Üç kardeş meselesi, mezhep imamları tarafından münakaşa konusu hâline getirilen tasavvurî bir mevzudur. Bu mesele, bilinen şekli ile, Eş’arî mezhebinin kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ile hocası Ebû Ali el-Cübbâî arasında geçen münazarada söz konusu edilmiştir.
Allah’a hiçbir şeyin vacip olmayacağı görüşünü benimseyen İmam Eş’arî –ki bu Ehl-i Sünnet’in genel kabulüdür– bunu ispat etmek için Kelâm tarihinde “Üç kardeş meselesi (ihve-i selâse)” diye bir örnek tasarlamış ve hocası Ali el-Cübbâî’ye: biri mü’min, diğeri kâfir, üçüncüsü de henüz çocukken ölen üç kardeş hakkındaki kanaatini sormuştur. Cübbâî’nin, birincisinin Cennet’e, ikincisinin Cehennem’e, üçüncüsünün ise azaptan kurtulmakla birlikte Cennet’e giremeyeceği şeklinde cevap vermesi üzerine Eş’arî üçüncü kardeşin şöyle bir mazeret ileri sürebileceğini söyler: “Yâ Rabbi! Beni yaşatsaydın ben de Sana iman ve itaat ederek yaşayıp Cennet’e girseydim. Benim için en uygun olan bu olmaz mıydı?” Bunun üzerine Ebû Ali el-Cübbâî buna şöyle cevap verir: “Cenâb-ı Hak, bu çocuk için en uygun olanı yaratmıştır. Zira yaşasaydı günahlara girecek ve netice itibarıyla Cehennem’e gidecekti. Onun böyle çocuk yaşta ölmesi bir rahmettir.” (el-Îcî, Kitâbü’l-Mevâkıf 3/288.)
Burada meselenin nirengi noktası, büyüyüp de kâfir olan kardeşin durumudur. Evvelâ şunu ifade etmeliyim ki çocukken ölenin Cennet’e gideceğine dair kat’î bir nas yoktur. Ancak biz, rahmetin enginliği açısından Cennet’e gideceği ümidini taşıyabiliriz. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, “Onlar babalarına tâbidir.” buyurmaktadır. Sahabe, herhangi bir amel işlemeden mi diye sorunca da “Ne amel edeceğini Allah bilir.” (Ebû Dâvûd, sünnet 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/84.) buyurmuşlardır. Ayrıca bu yaklaşımın, hadislerin telifi açısından münakaşası yapılabilir. Binaenaleyh konuyu hemen kesip atmamak gerekir.
Sâniyen, Allah mülk sahibidir. Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kimisini geç, kimisini erken öldürür ve dilediğini dilediği kadar yaşatır. Âyet-i kerimenin ifadesiyle, kimse Allah’a, yaptığından dolayı soru soramaz. Ama Allah herkesi sorgular. (Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/23.) Bu hakikati İbrahim Hakkı şu mısralarla dile getirmektedir:
“O’na bir kimse cebriyle bir iş işletemez asla,
Ne kim Kendi murad eder, vücuda ol gelir billâh.”
Sâlisen, kader mevzuunda bir önemli kıstas vardır: Cenâb-ı Hak meselâ, o çocuğun büyümesine ve kâfir olmasına imkân verirken büyümesini kâfir olmasına veya kâfir olmasını büyümesine bağlamamıştır. Küfür ayrı şey, büyümek ayrı bir şeydir. Şöyle ki her büyüyen, kâfir olmaz. Zira nice büyüyenler vardır ki küfür ortamında olsalar dahi mü’min olabilmiş ve mü’min olarak ölmüşlerdir.
Üçüncü çocuk “Yâ Rabbi, beni yaşatsaydın da Sana iman ve itaat ederek yaşasaydım ve Cennet’e girseydim!” derken acaba bir hakkı mı istemektedir, yoksa Cenâb-ı Hakk’ın atâsından bir şey mi talep etmektedir? Görünüşe bakılırsa bu çocuk, sadece Cenâb-ı Hakk’ın lütfundan istifade etmeyi düşünmektedir. Cenâb-ı Hak bir kimseyi çocuk yaşta öldürürse, bu bir atiyye-i ilâhiyedir.
Bunu şöyle bir misalle açabiliriz: İki arkadaş bir uçurumun kenarından geçerken birisi diğerine, “Buradan gitmeyelim, yuvarlanıp uçurumdan aşağıya düşebiliriz!” der. Arkadaşı, “Bir şey olmaz, gidelim!” diye ısrar eder. Giderlerken bu sözü söyleyen kişinin ayağı kayıp uçurumdan aşağıya yuvarlanır. “Gitmeyelim!” diyen kimse ise bir inâyetle kurtulmuş olur.
Şimdi uçurumdan aşağıya düşen kişi, arkadaşını kurtaran inâyet eline, “Sen onu kurtardın da beni niye kurtarmadın?” diyebilir mi? Diyemez, çünkü bu durumda O Zât ona şöyle diyecektir: Sen iradenle o uçurumdan aşağıya yuvarlandın. Ancak arkadaşına olan ihsanım, benim hediyem ve bahşişimdir. Ben herkese bahşiş verme mecburiyetinde değilim.
Dalâlet ve küfre düşen kimse de işte böyledir. O, kendi iradesiyle dalâlet ve küfrünü hazırlamıştır. (Ebû Dâvûd, sünnet 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/84.) Evet, Allah’ın, çocukken birinin canını alması, ona olan hususî bir lütfudur. Cenâb-ı Hak, herkese ihsanda bulunacak diye de bir husus söz konusu değildir. Allah (celle celâluhu) ona, atâyâ-i sübhaniyesinden ihsanda bulunmuş, diğerine ise bulunmamıştır. Ve o şahsın kendi iradesiyle hakkında küfür takdir edilmiştir. Ancak Efendimiz’in buyurduğu gibi –Allahu a’lem– yaşasaydı kâfir olacaktı. Evet, o kendi iradesiyle kendi küfür ve küfranını hazırlamıştır. Artık bir talepte bulunmaya da hakkı yoktur. İyilikler Allah’tan, kötülükler ise kişinin nefsindendir. (Bkz.: Nisâ sûresi, 4/79.) Yani küfre giden, kendi isteğiyle gitmiştir. Allah kişinin küfrana gideceğini bilmektedir ve bildiğini yazmıştır.
Biraz açalım; yani bu kişi yaşayacak, iradesini kötüye kullanacak ve Cehennem’e gidecektir. Bu arada Allah onu yaşatırken, ona inanma fırsatı sayılan bir hayat bahşetmiştir. Zira çocukken ölen bir insan kabiliyetlerini inkişaf ettirme imkânını bulamamıştır. Bir diğerini Allah, gençlik, zindelik, güç ve çok imkânlara sahip olma şerefiyle şereflendirmiştir. Yani ona bağ ve bahçe vermiş, “Burayı ek, mahsulünü al, istifade et ve ahiretine zâd-ı ahiret gönder!” demiştir. O ise bu imkânları değerlendirmemiş ve değerlendirmesi için kendisine verilen iradesini suistimal ederek Cehennemini hazırlamıştır.
Binaenaleyh varlık, yaşama ve dünyada kalma, insan için çok hayırlıdır. O zaman o kimsenin böyle bir şeyi talep etmeye hakkı yoktur. İhtimal Cenâb-ı Hak böyle birine şöyle diyecektir: “Ben seni yaşattım ki doğruyu bulasın. Sen ise inhiraf ettin ve baş aşağıya gittin. O çocuk, kabiliyetlerini inkişaf ettiremedi ve çocukken öldü. Sen ise imkânlarını suistimal ettin. Hem o çocuğa Benim verdiğim şey Benim lütfumdur. Hiç kimsenin Benden bir şey alma gibi bir hakkı yoktur. Ben istediğime veririm, istediğime vermem. Evet, senin daha önceden Bana geçmiş bir hakkın bulunsaydı onu istemeye hakkın olurdu.
Her şeyin doğrusunu Allah bilir.
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken, “Üç Kardeş Meselesi“