“Ulû” kelimesi Arapça’da “sâhip” demektir. Kıyas dışında, yine aynı manâya gelen “Zû” kelimesinin çoğuludur. Meselâ, Zülmal,”mal sahibi” ulü’l- elbâb ise “akıl sâhipleri” manâsına gelir.
Azm, kararlılık, irâde ve dönme bilmeme gibi manâlar için kullanılır. Başına “Ulû” kelimesi getirilince de mana, azim ve karar sâhipleri olur. Mevzûmuzla alâkalı olmamakla beraber, bu kelimenin tedâi ettirdiği bir âyete sadece işaret etmek istiyorum. Hz. Âdem hakkında “Onu azimli bulmadık” (Tâhâ/110) meâlindeki Âyette müfessirlerden bazıları onu günaha girmeme mevzûunda azimli bulmadık, gibi bir tefsirde bulunmuşlar. Ben şahsen, bir nebî hakkında böyle bir tefsiri kabul edemeyeceğim. Gönlüm böyle bir manâyı kabule yanaşmıyor. Şöyle bir manâ vermek, bana daha muvafık geliyor: “O bilmeyerek bir günaha girdi. Fakat bunu daha önce plânlayıp kararlaştırmış değildi. Bu mevzûda ısrar mânâsına azmi de yoktu..“
Ulü’l-Azm peygamberlere gelince, bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır; “Hatırla, bir vakit peygamberlerden söz almıştık: ‘Sen’den, Nûh’tan, İbrahim’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu İsâ’dan… Onlardan sapsağlam bir söz aldık. “Sen’den” tabiriyle kastedilen Efendiler Efendisi Hz. Muhammed (as), Hz. Nûh (as) Hz.İbrahim (as) Hz.Mûsâ (as) ve bir de Hz.İsâ (as).
Her peygamber peygamberdir, ama, bunların pazarında her şey çok pahalıdır ve bunlar çok çetin imtihanlardan geçmişlerdir. Bu peygamberlere ait Kur’ân’da zikredilen kıssalar iyiden iyiye tetkik edilse niçin bunlara “azim” sahibi peygamberler dendiği çok iyi anlaşılır. Allah Rasûlü (as) kendisine yapılan her türlü ezâ ve cefâya katlanmanın yanında ağzından şikayet manâsına ve kaderi tenkit ifade eden tek kelime dahi çıkmamıştır. Bedirde gâlip gelir, ancak Uhud bir dağ gibi O’nun omuzlarına biniverir. Uhud’tan dönerken, söz dinlemedeki nezâketi tam kavrayamadığından bozguna sebebiyet veren sahâbiye tevbih işmam eden hiçbir kelâm sarfetmez. Hz. Hamza’nın şehadeti onu çok dilgîr etmiştir, ancak O, bu mevzûda dahi ızdırâbını sînesine gömmeyi bilmiştir.
Onun bir derdi vardır: İnsanların hidâyete ermesi. O bu mevzûda çok hırslıdır. O kadar ki, kendisini bu uğurda telef edecek duruma gelmiştir. Âyet O’nu: “Bu Kur’ân’a inanmıyorlar diye nerdeyse üzüntünden kendini telef edeceksin” (Kehf/6) diyerek îkâz ediyor, ve bize onu böyle bir tablo ile gösteriyor.
O daima hak uğruna kendini bitirip tüketme ufkunda yaşıyor. Küsme, darılma, gönül koyma. O’nun semtine yanaşamıyor. O bütün başına gelenlere dayanma noktasında hep azimle sebat ediyor.
Yıllarca bir kanaviçe örüyor ve gelen gaybî bir el O’nu paramparça ediyor.. O hiç hayıflanmadan başlıyor yeniden örüyor..
Esâsen bu husus, peygamberlere ait umûmî bir vasıftır. Ancak, peygamberler, derece itibariyle aynı olmadıkları gibi, marûz kaldıkları belâ ve musîbet itibariyle de bir değildirler ve tabîi ümmetleri itibâriyla da.
Bu mevzûda, Allah Rasûlü’nün beyan buyurduğu bir manzara ne kadar mânidardır. Gayb perdesi aralanıyor ve O’na bütün peygamberler gösteriliyor. Gerisini O’nun mübarek dudaklarından dökülen şu cümlelerden dinleyelim:
“Öyle peygamberler gördüm ki arkasında tek bir ümmet dahi yoktu. Bazılarının ardında üç-beş insan vardı. Bir kalabalık cemaatın gelmekte olduğunu gördüm. Bu benim ümmetim mi? diye sordum. Hayır, dediler Bu Musâ’nın ümmetidir. Biraz sonra ondan çok daha kalabalık bir ümmet gördüm ve onların benim ümmetim olduğu haberini aldım.” (Buhârî, tıp 17; Müslim, iman 374; Tirmizî, kıyamet 16).
Düşünmek gerekir, bir peygamber ömür boyu çalışıp didiniyor da; kendisini anlayacak tek bir aşina sîmâ bulamadan vefat ediyor. Bazıları sadece bir kaç kişilik ümmete sâhip oluyor. Bizler bu şekilde imtihan olsak, bu işin altından kalkabileceğimizi tahmin etmiyorum.
Hz. İbrahim, mancınıkla atılmak üzere elleri bağlı getiriliyor. Biraz sonra alevleri okyanus dalgaları gibi göğe yükselen dehşet verici ateşin içine atılacaktır. Melek müsâade istiyor, yardım etmek için çırpınıyor. Fakat o, tevekkülünden zerrece taviz vermeyerek “Allah bana yeter o ne güzel vekîldir” diyor. (Buhârî, tefsiru sûre (3) 173; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/326).
Hz. Nûh asırlar süren çırpınışları neticesinde bir avuç insanla ancak gemiye biniyor ve öz evladını dahi yanına alamıyor. (Bkz.: Hûd sûresi, 11/45-47) Nebî rûhunu taşıyan bir baba için bu manzara ne ızdırap vericidir. Bunu bizim anlamamız çok zordur hatta mümkün değildir.
Hz. Mesîh, öldürülmek istendiğinde henüz otuz üç yaşındadır. Kafasını uzatsa dışarıda kendisini parçalamak için bilenen kılıçları görecektir. Fakat o azimle yerinde duruyor ve bir an dahi tereddüt göstermiyor.
Evet, onlar اَللّٰهُ يَصْطَفٖي مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ رُسُلاً وَمِنَ النَّاسِؕ “Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer. Allah elbette semî ve basîrdir (her şeyi hakkıyla işitir ve görür).” (Hac, 22/75) sırrına mazhar insanlardan seçilmiş seçkin ve yüce istidatlardır. Allah’ın rahmâniyet ve rahîmiyetiyle kaynattığı varlık kâsesindeki sütte onlar kaymak durumundadırlar. Cenâb-ı Hakk’ın Kudret ve irâdesi onlarda bu şekilde tecelli etmiştir. Derin bir tevekkül ve pörsüme bilmeyen bir azim,onların ayrılmaz vasıflarıdır. Ve onun için onlara Ulü’l-azm, denmiştir. Derecesine göre her nebî ve velîde de azim vardır. Fakat bu hasletin en müntehâ noktasında bulunanlar işte isimlerini saydığımız bu peygamberlerdir.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler 3