Soru Detayı: Dinimizin tabiatı koruma adına aldığı tedbirler var mıdır, bir Müslüman için tabiata sahip çıkmanın bir vecibe olduğunu söyleyebilir miyiz?
İnsanoğlu, mebdei itibariyle cennette yaratılmış, sonra İlâhi emre uymama, (oradaki umumî âhenge de denebilir) sebebiyle cennetten çıkarılmış ve bu yeni âleme gönderilmiştir. (Bkz.: Bakara sûresi, 2/35-36; A’râf sûresi, 7/19-24.) Bu itibarla da o, dünyada yaşadığı sürece, hep çıkarılmış olduğu cenneti arzu etmiş ve edecektir. Evet, ayet ve hadislerde binbir güzelliğiyle tasvir edilen bu yer, sürekli insanların rüyalarına girmiş, hülyalarını süslemiş, destanlarına konu olmuş ve hep ulaşılması gerekli bir hedef gibi resmedilmiştir. O kadar ki bizler çoğu zaman, müşahede ettiğimiz güzel bir yerin tasavvurlar üstü güzelliğine dikkat çekmek için, “cennet gibi” tabirini kullanarak, bu iç tutkumuzu vurgulamaya çalışırız.
Aslında insanoğlunun üzerinde neş’et edip hayata uyandığı yer de, işte böyle “cennet” gibi bir yerdir. Kim bilir belki de onun izdüşümüdür. Ama ne acıdır ki, bilerek veya bilmeyerek talihsiz bir devreden sonra insanoğlu, içinde yaşadığı bu cenneti kendi elleriyle tahrip etmiş, içinde yaşanılmaz hale getirmiş ve şimdilerde “yitirilmiş cennet” tasvirleri yaparak yeni bir arayışa girmiştir.
Türkiye içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde bahsettiğimiz talihsizliği yaşamıştır. Bugün sadece Türkiye değil, onunla beraber aynı kaderi paylaşan bütün Batı–Doğu ülkeleri aynı hicran ve aynı arayış içindeler.
Şimdi de dinî değerlerimiz açısından tabiatın tahribi, ya da korunmasına yönelik esrarlara bir göz atalım:
Öncelikle Efendimiz (s.a.s)’in dünyayı teşrif buyurduğu mekân, çöllerle kaplı bir alandı. Allah Rasulü çölle çevrili olan bu mekânı dünyevî anlamda bir cennete çevirmek için, Kur’ân’ın işârî ve sarih beyanlarının yanında birçok fiilleri, sözleri ve takrirleriyle ısrarla üzerinde durmuş ve sık sık onu vurgulamıştır. O’nun tabiatı koruma adına göstermiş olduğu bu hassasiyet, bugün ekolojik dengeyi korumak isteyen vakıf, dernek ve kuruluşların hassasiyetinden çok çok ileridedir. Mesela; Nebiler Serveri, sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, belli ölçüde yeşillik olsa da, tam dengenin olmadığı Medine’ye hicret eder etmez, “Allah’ım! Hz. İbrahim, Mekke’yi harem bölge ilan etmişti. Ben de Medine’yi harem bölge ilan ediyorum” (Buhârî, cihâd 74; Müslim, hac 475) buyurmuştur. Harem’i, bugünün anlayışıyle izah edecek olursak, ona geniş alanlı “millî park” denebilir. Zira Allah Rasulü bunu izah ve şerh eden beyanlarında “Otları koparılmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları öldürülmez” buyurmuşlardır. (Buhârî, hac 43, cezâü’s-sayd 8, 10, lukata 6, cizye 22; Müslim, imâret 85.) Hatta Sahabe-i Kiram’dan bazıları kuyumcu ve demircilerin kullandığı, mezar ve çatılarda da ona ihtiyaç duyulan “İzhir otu ne olacak?” diye sorduklarında, Allah Rasulü önce duraklamış, sonra da “izhir bu hükümden istisna” buyurmuşlardır. (Buhârî, cenâiz 77, cezâü’s-sayd 9, lukata 6, meğâzî 53; Müslim, hac 445.)
Yine Allah Rasulü (s.a.s), Hayber Savaşı’nda, daha önceki dönemler itibariyle Müslümanlara her türlü kötülüğü yapmış olan Yahudilerle muharebe ederken, mancınıklarla kale içini dövmekten başka çarenin kalmadığı bir anda, ağaçların kesilmesi ve kütükler halinde kaleye atılması noktasında yine beklentiye girmiş ve tereddüd geçirmiştir.[1]Bkz.: el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 4/225-226; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 2/744. Aynı endişeyi Nebiler Serveri, ekinlerin yakılması hususunda da göstermiştir.[2]eş-Şâfiî, el-Ümm 4/287. Halbuki; bugün galibiyet ya da mağlubiyetin bahis mevzuu olduğu böyle bir yerde ekinlerin yakılması da, ağaçların kesilmesi de tereddütsüz tecviz ediliyor. Ayrıca hac veya umre için ihrama giren kimselerin, Harem dahilinde hayvan öldürmesi, ağaçları kesmesi otları koparması yasak edilmiştir. (Buhârî, hac 43, cezâü’s-sayd 8, 10, lukata 6, cizye 22; Müslim, imâret 85.) Bu yasak fiillerin İslâm hukukundaki adı cinayettir.[3]Bkz.: Aliyyülkârî, Fethu bâbi’l-inâye 1/688. Bu cinayetleri işleyen insanlar, mutlaka günahlarının affı için Rabblerine yalvarıp yakarmak zorundadırlar. Tevbe, bu günahın affedilmesi için asıl şart iken, bundan başka bir de insanın sadaka vermesi dinî bir hükme bağlanmıştır. Sadakanın sınırı ise, fidye miktarından, koyun kurban etmeye ya da telef edilen şeyin kıymetini vermeye kadar geniştir.[4]Bkz.: Aliyyülkârî, Fethu bâbi’l-inâye 1/688-725.
Buna göre, eğer Allah Rasulü, o dönemde çölün merkezi olan Yemen’de bulunsaydı, orayı da yeşillendirmek ve cennet haline getirmek için gerekli olan herşeyi yapacaktı. İşte şu beyan O’na aittir:
“Kimin elinde bir fide varsa, kıyamet kopacak da olsa, onu dikmeye gücü yeterse mutlak diksin!” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/191).
Bir dönemde bu hususları nazara alan bizim insanımız dünyalarını cennetlere çevirmişti. Hatta İ. Hâmi Danişmend, biraz mübalağalı da olsa bir eserinde, “Medine’den San’a’ya, oradan Hadramevt’e kadar, seyahat eden bir insan, başına güneş değmeden, gölgelikler arasında seyahat edebiliyordu” der.
Hasılı, tabiatı koruma, onu muhafaza etme düşüncesinin topluma mal olması çok önemlidir. Böylece, işe sahip çıkan insanların çokluğu nisbetinde, neticeye daha çabuk gidilebilir. Ve kim bilir belki de işte o zaman insanoğlu “yitirilmiş cennetlere” tekrar kavuşabilir.
Kaynak: Fasıldan Fasıla III, “Tabiatı Korumak Bir Vecibedir”
Dipnotlar