Suallere cevap verdiğimi gören okuyucularım her türlü suali sormakta beis görmüyorlar. İlmî seviyemizi aşan mes’eleleri de bize tevcih ediyorlar. Bu kadar büyük suallerin altından kalkıp kalkamayacağımızı pek hesaba katmıyorlar. İhtimal, bâzı suallere “bilemiyorum” desem, “bilmiyordun da neden arz-ı endâm ettin orada” diyeceklerdir? Tıpkı İmam-ı Mâlik Hazretleri’ne sordukları gibi. Hutbede iken ona birçok sual sormuşlar. O da çoğuna bilmiyorum, diye cevap vermiş. Bu defa sual sahibi, “bilmiyordun da neden çıktın oraya” deyince, şöyle cevap vermiş:
-Ben buraya ilmim nisbetinde çıktım. Eğer cehlim nisbetinde yükselmem icabetseydi, başımın göğe değmesi gerekirdi.
Hazret-i İmam böyle derse bize ne olmuş sanki? Her suale mutlaka cevap verme cür’etinde bulunacak, bilmediğimi itiraftan mı çekineceğim? Kaldı ki ben hutbede de değilim. Sohbetteyim. Sohbet ise aranızda, aynı sırada yapılan konuşma ve yazışmadan ibarettir. Aramızda makam farkı, sadece bildiğimi yazmakla tavzif edilişimden ibarettir… Bu kadar beyan-ı itizardan sonra okuyucumun zor sualine gelebilirim, herhalde. Esasında insan, bu gibi ciddi sualin cevabına titreyerek bakıyor, ürpermekten kendini alamıyor. Zira, bir insanın kazancının helâl veya haram olması basit görülecek bir hâdise değildir. Ebedî hayatıyla ilgili bir husustur bu. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu mevzuda ümmetini ikaz ederken: Helâlından kazanmak Müslümanın üzerine farzdır! buyurmuştur.
İslâm büyükleri ise, haram bir lokma yemektense, kusmayı tercih etmişler, şâyet yedikleri lokmanın haram olduğunu sonradan öğrenmişlerse, lokma midelerindeyken parmaklarını ağızlarına sokup çıkarmışlardır. Haram lokmayla beslenen vücudun ibâdetten lezzet alamayacağını, hayırlı bir amele muvaffak olamayacağını da bildirmişlerdir. Bâzı mâna büyükleri: Haram lokmayla bedende meydana gelen et parçası, ateş parçasından gayrısı değildir. Hattâ, bedende haramdan bir et parçası meydana gelmektense, ateşten bir kor parçası meydana gelse de, dünyada yaksa bizi.. diyecek kadar işi ileri götürmüş, haramdan ürkmüşlerdir.
Hazret-i Ebû Bekir’in yediği lokmayı, kölesinin falcılık yoluyla kazandığını öğrenince, şüpheli bir lokma oluşuna rağmen parmağını ağzına verip kustuğunu okumaktayız hadîs kitaplarında. Aynı olayın Resûlullah’ın aziz torunlarında da cereyan ettiğini öğrenmekteyiz. Müslümanın ebedî hayatıyla bu kadar ilgili olan bir mes’elede, üstelik haramların da Müslümanın kazancına sivrisinekler gibi üşüştüğü bir vasatta ceffelkalem birşey söylemek kolay olmasa gerekir. Buna rağmen ne biliyorsam onu ifadeye mecburum.
- Kazancının bütünü haram olan kimseden birşey alıp yemek, helâl olmaz. Onu söylemek kolay ve kesindir.
- Ama kazancının tümü değil ekserisi helâl olan insanın ekmeğini yemek için kurtarıcı bir hüküm bulmak uygun olsa gerektir. Bu bakımdan, Mülteka şerhi Mevkufat’ta şöyle bir ibâre görmekteyiz ki, bu metin ve şerhten günümüze dair bir hüküm çıkarmak mümkün olabilir. “Kisb” bahsinde deniyor ki: Zâlim olan beğlerin hediyesini kabûl etmek câiz değildir! Ancak ekserisinin helâl olduğu bilinirse bu ayrı. Bunun hediyesi helâl olur. Meselâ ticaret, ziraatten gelen kazanç gibi...
Bu kısa kayıttan çıkarmak istediğimiz hüküm şudur:
Ekmeğini yediğimiz kimsenin kazancının ekserisi helâlsa, mes’ele yapmayın. Helâl kazancının içine yarıyı geçmeyen haram karışmasından inşâallah siz mes’ûl olmazsınız. Ama, bu komşu, yahut akraba, işi iyice şaşırmış, mesleği tamamen harama dökmüş, helâl kazanca hiç değer vermez hâle gelmişse, artık sizin böylesine mânevî tarafı ölmüş kimsenin ekmeğini yeyip, suyunu içerek bulunduğu hâli tasvip eder tutumda olmanız câiz olmaz. Siz durumunuzu izhar etmeli, tutumunuzu îmada bulunmalısınız. Tâ ki ikaz olsun, ibret alsın. Belki de kurtuluşuna sebep olasınız. Demek ki kazancın helâli mi çok, haramı mı? Ona bakacağız. Mecbur kalınca bu ölçü ile amel edeceğiz.
Ahmet Şahin
İlave bilgi için.