Ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun insan dublesi veya misalî bedene sahip olmasının yanında, onun, sergüzeşt-i hayatına dair kitabeti, tayinat ve takdiratının mevcudiyetinden de haber vermektedirler. Ruhun belirli şekildeki mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, insanın başından geçeceklere de belirli oranda ıttılâ olunabileceği ileri sürülmektedir ki, Allah (celle celâluhu) dilerse gösterir ve bildirir.
Ve yine ilm-i kıyafetle, yani maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme çizgiler hâlinde aksedişinin ifadesi olarak, kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Yanlış anlaşılmasın, bu, gaybı bilmek demek değildir; sadece, Allah’ın (celle celâluhu) cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlerden istifadeyle, kişinin hayatına ait bazı yönleri bilebilme fonksiyonudur. Gaybı tam mânâsıyla ancak Allah (celle celâluhu) bilebilir; ve gayb, sadece bu kabîl haberlerden de ibaret değildir.
Allah’ın (celle celâluhu) cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlere bakarak kaderi okumaya çalışmak, Devr-i Saadet’te de var olan meselelerdendir. O zaman, bunu yapan kimselere ‘kâif’ denirdi. Aleyhissalatü vesselâm Efendimiz, azadlısı Zeyd b. Hârise’nin oğlu Üsame hakkındaki dedikoduya karşı, bir kâif getirtti. Babası ile çocuğu, üzerleri örtülü olarak yatıyorlardı; sadece ayakları açıktı. Kâif, bir arada yatan baba ve oğulun ayaklarına bakmış ve birbirleriyle alâkalı olduklarını söylemişti ki, Efendimiz de bu suretle, bildiği bir gerçeği bir de kâif dilinden anlayanlar için tescil ve tespit buyurmuş ve Hz. Âişe’ye: “Yâ Âişe, Üsame Zeyd’dendir.” diyerek beşaşet ve bişaret izhar etmişlerdi. (Buhârî, fezâilu ashabi’n-nebi 17; Müslim, radâ 40.) Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle daha neleri bilen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Üsame’nin durumunu bilmemesi düşünülemezdi. Fakat bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimaî hayata yerleşmiş olan bir müesseseyi, halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediğiyle kendi bildiği birbirine mutabıktı; çünkü, Kur’ân’ın sarih beyanıyla, o Kâmet-i Muallâ ne söylemiş, ne yapmışsa hiçbiri hevasından değildi: “O, hevadan konuşmaz.” (Necm sûresi, 53/3.)
Sözünü ettiğimiz hâdisede, ihtisas ehline müracaata teşvik de olabilir. Nitekim, ağaçların aşılanması hâdisesinde de “Siz dünya işlerinizi bilirsiniz.” (Müslim, fezâil 141; ayrıca bkz.: İbn Mâce, ruhûn 15.) buyurmuştu. Bu sözde, “Ben bilmem.” mânâsı yoktur. -Nebi bilmeyecek de kim bilecek?- İzahı çok uzun sürebilecek bu sözle şunlar kastedilmiş olabilir:
a. Belki, ashabına bir iltifattır.
b. İhtimal o zamanlar, bir kısım sahabi arasında sebeplere tesir-i hakikî verme gibi tevhide münafî birtakım inanç ve anlayışlar hâlâ sürüyordu. Nitekim, Hudeybiye musalahası gecesi de benzer bir hâdise vukû bulmuştu. Yağmur yağmış, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bu gün bazıları mü’min sabahladı, bazıları ise kâfir.” buyurmuş; “Nasıl olur?” denince de, “Kim ki, yağmuru Şi’ra yıldızı yağdırdı demişse, işte o kâfir olarak sabahlamıştır; kim de, Allah yağdırdı demişse, o da mü’min olarak sabahlamıştır.” açıklamasında bulunmuşlardı. (Buhârî, istiskâ 27; Müslim, iman 125; Ebû Dâvut, tıbb 22.) Bunun gibi, o dönemde hurmalar aşılanmakla mutlaka iyi hurma alınacağına inanılırdı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her şeyin Allah’ın (celle celâluhu) elinde olduğunu ve sebeplerin neticeler üzerinde fazla tesiri bulunmadığını böyle pratik bir hâdiseyle ders vermek istemiş de olabilir. “Siz dünya işlerinizi bilirsiniz.” demekle de, ihtimal sebeplerin mutlaka göz ardı edilmesi gibi bir kaidenin olmadığını da göstermek istemiştir.
c. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kıyamete kadar gelecek insanlara nebi ve imam olması hasebiyle, bu sözü teşrî’ maksadına matuf olarak alınabilirdi. Hâlbuki, insan hayatında mutlaka teşrî’ gerektirmeyen veya sükut geçilmesiyle mübah olup, tecrübe ve zamana bırakılan bir sürü mesele vardır. Günümüzde ilimler o kadar ilerledi ki, artık civcivin çıkması için, yumurtalar tavuğun altında 21 gün bekletilmiyor. Şimdi kuluçka makineleri, daha ucuz, daha pratik yolla civciv üretiyor. Yine bitki ve meyvelerin verimini artırmak ve en kısa zamanda en bol ürün almak için seracılık geliştiriliyor. Kim bilir, belki ileride değişik enerji kaynaklarının keşfiyle, meselâ uzaya yerleştirilecek dev aynalarla güneşin ısı ve enerjisi kış mevsiminde dahi dünyanın belirli bölgelerine yansıtılıp, Kur’ân’ın ifadesiyle her mevsim meyve veren ağaçlar misali, yılın dört mevsiminde de ürün alınabilecek ve bunun neticesinde de zekât verilecek kimse kalmayacak derecede bolluk ve zenginlik artacaktır.
d. Efendimiz, “Dünya işlerinizi siz bilirsiniz.” demekle geleceğe açık kapı bırakmış olmaktadır! Bir diğer yönüyle de, “Aşılayın” veya “Aşılamayın” dememekle, vicdanlara, iradelere zincir vurmayıp, çalışma ve araştırmaya teşvikte bulunmuştur.
Hâsıl-ı kelâm, kadere iman tam mü’min olmanın gereğidir. Allah’a, Resûlü’ne, peygamberlere, meleklere, kitaplara, haşre nasıl inanıyorsak, kadere de aynı şekilde inanmak mecburiyetindeyiz. Bu iman esasları, ebedî hayatı kazanma adına burada yaşayacağımız hayatın kaideleri ve sütunları mahiyetindedir. Bu kaidelerden bir tanesini sarstığımız zaman, kurmak istediğimiz şeyi sarsmış, belki de tamamen yıkmış oluruz. Kur’ân ve hadisler, kader etrafında ciddî tahşidat yapmaktadır. Haşirden sonra belki de en fazla üzerinde durulan Allah’ın (celle celâluhu) meşîeti, ilmi ve takdiridir. Kader, pek çok hadislerde, sair iman esasları içinde değil de, mânâ ve ehemmiyetine binaen daha çok Zât-ı Ulûhiyet ve O’nun sıfatlarının anlatıldığı yerde ve onların içinde ele alınmaktadır. Bu demektir ki, Allah’a, Allah’ın istediği mânâda iman etmek isteyen mü’minin kadere de iman etmesi mecburidir. Bir başka deyişle, kadere iman, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına imanın kemalinin muktezasıdır; yani, kadere iman etmeyen, Allah’ın Zât’ına ve azametine de gerektiği şekilde iman etmiş sayılmaz.
Kadere herkes seviyesine göre inanır, zira Allah (celle celâluhu) hakkındaki mârifet ve Allah (celle celâluhu) ile olan münasebetler farklı farklıdır. Henüz işin başında olan veya başladığı yerde kalan biri, kadere dinî bir formül olarak, taklidî mânâda kendisini mecbur hissettiğinden dolayı ve bir ön şart derecesinde iman etmesi gerektiği için inanacaktır. Çok katmanlar aşmış, derinlere inmiş, mesafeler katetmiş bir müntehî de, vicdanının derinliklerinde her şeyin üzerinde gerçekten Allah’ın (celle celâluhu) tasarrufunu görme noktasına ulaştığı için, kudsî hadiste ifade edilen “Gören gözü, işiten kulağı, tutan eli… olurum.” (Buhârî, rikâk 38) tecellîsinin mazharı olarak, aksine hiç ihtimal vermeden “Sanki parmağımı dahi Allah’ın oynattığını görüyorum.” diyecektir. Bu da, bir idrak, seviye ve zaviye meselesidir.
Kader, ilmî ve amelî değil, vicdanî ve hâlî bir meseledir. Hiç bal tatmamış bir insana, tadı, muhtevası ve faydalarıyla balı ne kadar anlatırsanız anlatınız veya bu mevzuda ne yazarsanız yazınız, bunun, balın tadını tanıma noktasında ağzına sürülecek bir parmak bal kadar tesiri olmayacaktır. Allah’ın (celle celâluhu) varlığı, nübüvvet ve Kur’ânî meseleleri ilmî tahlillerle anlatmak mümkün olduğu hâlde, kaderi ihsan şuuruyla, Allah’ın (celle celâluhu) icraatından görüyor gibi tanıyabilmek için vicdan sayfalarını karıştırmak lâzımdır.
Kader, ayakları kaydırabilen hassas bir mevzudur. İnsanın çok kaygan bir zeminde her an sürçüp düşmesi muhtemel olduğu gibi, kader de, aynı şekilde kayıp düşülebilecek kaygan bir zemin mahiyetindedir. Öyle ki, bazı âlimler talebelerini kader mevzuunda konuşmaktan men etmişler, “Sen konuşuyorsun ya!” diyenlere de, “Konuşmasına konuşuyorum ama, başımda bir kuş var gibi konuşuyorum; kaçırırım diye de tir tir titriyor ve endişe ediyorum.” karşılığını vermişlerdir.
Kader mevzuunda bir fikir verebilmek veya bir fikir edinebilmek için şu dört ana hususun çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Kaderle ilgili her meselenin bu dört esas ile izah edilebileceği kanaatindeyiz:
- Kaderin mertebeleri: İlmî plân, kitabet, meşîet, halk.
- Allah’ın (celle celâluhu) sonsuz ilmi; geçmişi, hâlihazırı ve geleceği bir nokta gibi bilmesi.
- Cüz’î irade: Mânâsı, mahiyeti ve varlığının delilleri.
- Kader ile irade-i cüz’iyyenin telifi ve münasebetleri.
Kaynak: İnancın Gölgesinde I, “Kaza, Kader ve Atâ Üzerine Mülahazalar”