İnsan, çoğu zaman ülfet ve ünsiyet sebebiyle, Allah’ın (celle celâluhu) kendisine olan lütufları karşısında “Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım; bildim, öğrendim, düşünüp buldum…” gibi sözlerle, her şeyi kendi izafî kudret ve kuvvetine, irade ve kabiliyetlerine verir. İşte böyle durumlarda kader hemen karşısına çıkıp, “Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah’tır.” ( Sâffât sûresi, 37/96.). Öyleyse haddini bil! Elindeki o minik düğmeyle bütün bu işleri yapman mümkün müdür? Değildir.” der ve onu gururdan kurtarıp, hayatında denge ve muvazeneyi sağlar.
İnsan ruhunda güzellik, meziyet ve semerelere sahip çıkıp, bunlarla övünme, iftihar etme, hatta daha da ötesinde gururlanıp kendinden geçme duygusu vardır. İşte böyle bir duyguya karşı, bütün güzellik ve hayırların gerçek sahibinin nefis değil, ancak Allah (celle celâluhu) olduğunu, buna karşılık, bütün kötülük ve günahların nefisten kaynaklandığını ifade için, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de kendindendir. Seni insanlara elçi gönderdik (buna) şahit olarak Allah yeter” (Nisâ sûresi, 4/79.) ihtarını çeken kaderdir.
Hafızanızın şeridini şöyle geriye doğru sardırıp, geçmişinize bir bakın, bakın da, günahlar içindeyken, kaderin sizi en güzelim arkadaşlar arasına katıp, sohbetlerle kafa ve kalbinizi nasıl tedavi ettiğini, bunun neticesinde kalbinizde ve dilinizde rahmet tomurcuklarının açtığını ve göğsünüze ibadet ve ahlâk madalyalarının takıldığını görmeye çalışın; sonra da düşünün, seyredin ve diyebilirseniz “Ben yaptım” deyin!…
Meselenin ikinci bir yönü daha var: İnsan zaman zaman, “Madem beni de, yaptıklarımı da yaratan Allah’tır (celle celâluhu); madem O dilemedikçe ben dileyemem ve madem ben, âdeta kaderin programladığı bir robotum, öyleyse yaptıklarımda ne dahlim var ki, mesul ve günahkâr olayım!” diyerek, Cebrîlik çukuruna da düşebilir. Böyle bir tehlike karşısında da hemen irade karşısına çıkar ve terazinin karşı kefesine binerek, “Hayır, mükellefsin ve mesulsün! Evet, iman ve kullukla mükellef olduğun gibi, yaptığın bütün kötülük ve işlediğin bütün mâsiyetlerden de mesulsün; çünkü ben de varım.” der ve dengeyi sağlar. Öyleyse, ne kader iman, küfür, mükellefiyet, tevbe ve günahların doğrudan kendisine havale edileceği bir mesnet ve nefsin çirkinliklerini örtecek bir kılıf, ne de irade, kişinin Allah’ın (celle celâluhu) kendinde yarattığı meziyet ve güzelliklere sahip çıkıp, firavunane “Ben!” demesi ve bütün acz, zaaf ve fakrına rağmen, karşılıksız sağanak sağanak lütfedilen nimetleri sahiplenmesi için bir vasıta ve sebeptir.
Biz, iradenin bütün güzellik ve hayırlara iki elini birden atıp, üzerinde emanet bir gömlek gibi duran faziletlerle gururlanıp çalım satması tehlikesinden ancak kaderle; buna karşılık, nefsin mesuliyet ve mükellefiyetlerden kurtulmaya kalkışması tehlikesinden de ancak iradeyle halâs olabiliriz ki, irade ve takdirin bahis mevzuu edildiği yerde ‘sırat-ı müstakîm’ işte budur.
İnsanın iyilik ve güzelliklere karşı gayet kısa, günah ve tahribata karşı ise oldukça uzun iki eli vardır. Bu ellerden birine tevbe ve istiğfar verilip, nefsin şerre ve günahlara meyli kesilmeli, tecavüzleri kırılmalı ve bütünüyle Cehennem’e giden yollar kapatılmalı; diğer eline ise dua, Hakk’a teveccüh ve tevekkül verilip, hayır istikametinde şahlandırılmalı; güzelliklere karşı güç, kuvvet ve şevki artırılıp, Cennet yolunda coşturulmalıdır.
Kaynak: İnancın Gölgesinde I, “Kaza, Kader ve Atâ Üzerine Mülahazalar”