Öncelikle soruyu kısaca şöyle cevaplayabiliriz: Kişinin kendini öldürmesi veya asması hem kaderdir, hem de onun iradesiyle olmuştur. Dolayısıyla işlenen bu fiil ahirette cezayı gerektirir. Yani bizim bütün yapıp edeceğimiz şeyler kader planında kaderin Cenab-ı Hakk’ın ilminin unvanı olması cihetiyle bilinmektedir.. Ama bu, irademizi elimizden almaz. Eğer öyle olsaydı o zaman cennet ve cehennemden, azap ve mükâfattan bahsetmenin bir anlamı olmazdı. Kader, Allah’ın her şeyi kapsayan muhit ilmiyle alakalıdır.
Konuyu biraz daha açacak olursak, insanın bir hürriyet ve iradesi, bir meyil ve seçme istidadı vardır. Ve o hürriyet ve irade, meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevap ve günah insana nispet edilir. İnsan irade ve isteğinin, meydana gelen neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irade, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabul edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irade dediğimiz şeyin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına vurulmayacak kadar ağır da olsa, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes’ûliyet ve cürüm de ona aittir.. O mes’ûliyet ve cürümü önceden tâyin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan Zât, mes’ûliyet ve cürümden muallâ ve müberrâdır.
Herkes elindeki cüz’î irade ve ihtiyarıyla, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muaheze görür veya vefalı sayılır mükâfata mazhar olur.
Binâenaleyh, ölüme sebebiyet veren de, intihar eden de suçlu olur; ulu dergahta affedilmediği takdirde de mutlaka muaheze görür.
Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcı’nın, her şeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan iradesinin tevfik edilme keyfiyetini…
Allah’ın ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi her şey, sebep ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. O noktada, önce-sonra; sebep-netice; illet-mâlul; evlat-baba, bahar-yaz bir vahidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra, önce gibi; netice, sebep gibi; mâlul de illet gibi; bilinir ve hükmedilir.
Kimin, hangi istikamette nasıl bir temayülü olacak ve kim adî bir şart ve sebepten ibaret olan iradesini hangi yönde kullanacak, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeplere göre meydana gelecek neticeleri takdir ve tespit etmek, insan iradesini bağlamamakta ve zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında takdirler yapıldığı için, iradesi kabul edilmekte ve destek görmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine: “Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahane hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde ise, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itâb göreceksiniz.” dese, onların iradesini kabul etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: “Sen şu istikamette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve işte senin o temayülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum.” ferman etse, O’nun iradesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.
Binaenaleyh, “ilk belirleme”de iradeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.
Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah’ın (c.c.) ilmî programlarından ibarettir. Yâni, kimlerin hangi istikametlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve program hâline getirmesi demektir. Bilmekse, hariçte olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hariçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını, insanın temayüllerine göre, Yaratıcının kudret ve iradesi icat eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için var olmuş değillerdir. Bilakis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki; ilk takdir ve tayin de işte budur. Kelâmcılar bunu, “İlim, malûma tâbidir.” sözüyle ifade ediyorlardı. Yani, nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim ilmî tasarı ve plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücut bulmasını gerektirmez. Öyle de, Yüce Yaratıcı’nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hariçte, herhangi bir şeyin var olmasını mecburî kılmaz.
Hâsılı; Allah, olmuş, olacak her şeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebepleri neticeler gibi; neticeleri de sebepler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını ve bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdir etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratacaktır.
Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden tayin edilmiş olması, mesuliyeti giderici değildir. Zira takdir onun hürriyet ve iradesi hesaba katılarak yapılmıştır Bu itibarla da, cürmü kendisine isnat edilecek ve ona göre de muahezeye tabî tutulacaktır.