Her şeyden önce “kadın kocasına hizmet etmeye mecbur mudur?” sorusunu sorma garabetini gösterebilen mantıka, aynı ölçülerden hareketle “koca, karısına hizmet etmeye mecbur mudur?” sorusunun yöneltilmesi gerektiği kanaatindeyim. Burada birinci soruya verilecek “evet” veya “hayır” cevabı, ikinci sorunun da cevabı olmak zorundadır. Cevap “evet” ise problem yoktur. Fakat cevap “hayır” olursa, işte o zaman dünyevî realiteler planında aile denilen, karı ve kocanın teşekkül ettirdiği, varlığını ancak karşılıklı sevgi, saygı, şefkat ve fedakârlık gibi esaslarla devam ettiren kudsî müessesenin halini hep birlikte tahayyül etmemiz ve sonra ortaya çıkacak olan problemlere cevap bulmamız gerekmektedir. Bana kalırsa “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan” kısır döngüsü içinde kalmış ve mantıksızlığın en uç örneğini oluşturan, feminist cereyanların kavramlarından etkilendiği muhakkak olan bu zihniyeti bir kenara bırakmalı, dinî ve millî değerlerimizin şekillendirdiği bir düşünce örgüsüne kendimizi salarak problemlerimize cevap bulmalıyız.
Aile yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, karı kocanın birbirlerine olan sevgi, saygı güven, şefkat, aşk ve fedakârlık gibi hasletler üzerine kurulan ya da devamı için mutlaka bu ve benzeri özelliklere ihtiyaç duyan kudsî bir ocaktır. Kur’an Rum suresi 21. ayetinde insanın kadın ve erkek olarak iki ayrı cins halinde yaratılmasının sebep ve hikmetini Allah’ın varlığının delilleri arasında saymaktadır. “O’nun ayetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” Ayet-i kerimede beyan edilen “kaynaşma“nın hayata geçirilebilmesi karşılıklı sevgi saygı, fedakârlık, güven gibi unsurları gerektirir. Allah Rasulü (s.a.s) “sizin en hayırlınız ailesine karşı hayırlı olan (güzel davranan)dır. Ben sizin ailesine karşı en hayırlı olanınızım” buyurmuş ve bizatihi kendisi hanımlarına bu şekilde davranarak bizlere örnek olmuştur. Ne var ki, bu ayet yorumlanırken, genelde kaynaşmanın temeli olarak mehir, nafaka, mesken, yiyecek, içecek vs. üzerinde durulmuş ve meselenin bu boyutu hiç dikkate alınmamıştır. Cinsi arzuların tatmini, taraflardan birinin zengin olması, böylece ekonomik rahatlığa ermek düşüncesi, asalet vb. sebeplerle yapılan evliliklerde bu hususun hayata geçirilemeyeceği izahtan varestedir. İslam, ister bu kudsi ocağın oluşumunda, isterse ocağın devamı adına gerekli olan şeyleri baştan belirlemiş ve onlara mutlak manada öncülük verilmesini istemiştir. Allah Rasulü (s.a.s) özel anlamda cahiliye, genel anlamda ise bütün insanların mantığını ifade eder tarzda “kadınlarla dört şey için evlenilir; Zenginliği, güzelliği, soyu ve dini. Dindar olanı tercih et, mutlu olursun” diyerek bu hakikatı açıkca ifade buyurmuşlardır. Zira aile kendi içindeki münasebetlerde, maddi unsurlardan ziyade, manevi unsurları daha ağırlıklı olarak barındıran bir müessesedir. Bu unsurların başında ise tabii ki iman gelir. Yine bunun içindir ki, aile fertlerinden herhangi birisi, o iman bağını kopardığı takdirde, sair aile fertlerinin onunla münasebetlerini kesmesi dinî bir vecibedir..
İşte bu esaslar üzerine kurulu bir aile ocağında, karı-koca birbirlerine karşı yükümlülükler taşımaktadır. Bu yükümlülükler “isterse yapar, isterse yapmaz” kabilinden tarafların iradelerine bırakılmış ve yapmadığı takdirde ne dünyevi ne de uhrevi müeyyide gerektirmeyen vazifeler olmayıp, mutlaka yapmak zorunda oldukları haklar cinsindendir. Allah Rasulü (s.a.s) bunu gayet öz ve beliğ bir biçimde veda hutbesinde belirtmiştir. Şöyle buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu, “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun” Korkma ve hakkını koruma ancak emanet ve emanete riayet şuuruyla olabilir. Bu sebeple peşi sıra, “Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Allah’ın kelimesi ile (nikâh akdi) onları kendinize helal kıldınız.“der. Sonra genel/çerçeve hükümler itibariyle kısaca bu hakları belirler: “Sizin onlar üzerindeki haklarınız; döşeklerinizi istemediğiniz kişilere çiğnetmemeleridir. Onların sizin üzerinizdeki hakları ise; örfe göre yiyecek, içecek ve giyimlerini temin etmenizdir.” Bu haklara erkekler adına onlarla iyi geçinmek (Nisa Suresi, 4/19), ya iyilikle tutmak ya da boşamak (Bakara Suresi, 2/229), mehirlerini gönül hoşnutluğu içinde vermek (Nisa Suresi, 4/20) vb. birçok şeyi ilave edebiliriz.
Kadınlara gelince; buraya kadar olan açıklamaların satır aralarında görüldüğü gibi, aile tabir caizse iki kişi arasında kurulmuş bir şirket gibidir. Nasıl şirkette, her bir ortak, vazife taksimi yaparak, iş alanlarını belirlemiş ve belirledikleri alanlarda vazifelerini yerine getirmektedirler; aynen öyle de ailede de böyle bir iş taksiminden rahatlıkla söz edilebilir. Buna göre ailenin maddi ihtiyaçlarını karşılama görevi erkeğe verilmiştir. Kadın bundan sorumlu değildir. Çocukların terbiyesi ortak bir yükümlülük olmasına rağmen, ağırlıklı olarak annenin üzerindedir. Tabii bu çizgide evde çamaşır, bulaşık, yemek, ütü, temizlik vb. işlerde kadının vazifesidir.
Burada iki hususun altını çizmek isterim: Bir; fukaha “erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır” (Bakara Suresi, 2/229) ayetindeki “ma’ruf” kelimesinden hareketle, örfün esas alınması gerektiği ve örfe göre kadın aile içinde ne tür işler yapıyorsa, onu yapmak zorunda olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim bu çizgide Hz. Fatıma validemizin ev işlerini yaptığı ve bir defasında ev işlerine yardımcı olacak hizmetçi isteğini Allah Rasulü’nün (s.a.s) reddettiği bilinen bir gerçektir. Hatta Abdullah b. Zübeyr’in annesi ve Hz. Ebu Bekir Efendimizin kızı olan Hz. Esma Validemiz, sahip oldukları atın bakım görümünü kendisinin yaptığını, başında su taşıdığını, hamur kardığını, evlerine üç fersah uzaklıkta bulunan tarlalarına gidip çalıştığını kendisi anlatmaktadır. O halde mütekabiliyet esasına göre, erkek kendi üzerine düşen vazifeleri yaptığı gibi, kadın da üzerine düşen bu türlü vazifeleri yapmak mecburiyetindedir.
İki; Karı-kocanın birlikte karar vermiş oldukları hayat tarzı, kadının vazifelerinin belirlenmesinde önemli rol oynar. Sabahtan akşama evinde kalan ve ev hanımlığı statüsünü tercih eden bir kadından beklenen, günümüz şartları içinde 8 saat mesai usulüne göre çalışan bir kadından elbette beklenemez. Burada erkeğin ayak diretip örfe göre aile hayatı içinde kadının yerine getirmesi gerekli olan vazifeleri, mutlak ve eksiksiz bir şekilde istemesinin haklı bir sebebi olmasa gerektir. Bu tür bir hayat tarzını seçen ailelerde, eşlerin birbirlerine karşı daha anlayışla davranmaları şarttır.
Netice itibariyle; karşılıklı yükümlülükler ve tercih edilen hayat tarzının gerekleri çizgisinde koca karısına hizmet etmeye mecbur olduğu gibi, kadın da kocasına hizmet etmeye mecburdur.
Ahmet Kurucan