Bütün varlığı yaratan ve onların her ihtiyacını tam olarak gönderen Yüce Rabbimiz, karıncayı emirsiz, arıyı kraliçesiz bırakmadığı gibi insanları da peygambersiz bırakmamıştır.
Evet, peygamberlik müessesesi insanlık için temel bir ihtiyaçtır. İnsanların peygamberlere olan bu ihtiyaçları, yaratılışlarından gelen özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Yüce Allah (c.c.) insanı en şerefli bir varlık olarak yaratmış, ona sayısız nimetler vermiş ve onu çok kıymetli değerlerle donatmıştır. Ancak bunlar, insanı sadece doğruya ve güzele götürmeyip aynı zamanda çirkin ve kötüye de sevkedebilmektedir. İnsan, gerçek bir mutluluğa ulaşabilmesi için belli prensiplere ve uyarıcılara muhtaçtır. Bunlar olmaksızın, arzu edilen saadet ve hedeflenen olgunluğa varmak mümkün değildir. İnsanoğlu, tek başına hayatının programını ve tekâmül seyrini bulamayacağı gibi, bunu kendisine ve başkalarına uygulayabilmesi de imkânsızdır. Bunun için de, yolunu ve hedefini belirlemede, evreni yaratan Allah’a ve O’nun göndereceği peygamberlere muhtaçtır.
Kur’ân-ı Kerim’de de, insanın birtakım zayıf yönleri dile getirilmiştir. Onun, zorluklarla iç içe bir hayat yaşayacağı, zaman zaman nankörlük içinde olacağı, aşırı bir şekilde hırsına düşkün olduğu, âciz olduğu, sabırsız ve tahammülsüz olduğu vurgulanmıştır ki, bu yönleriyle de o, belirli prensip ve terbiye edicilere muhtaçtır. İşte bu prensipleri getirerek, onu eğiten ve terbiye eden de yine peygamberlik müessesesidir.
Akıl, ibadetlerin keyfiyetini ve miktarlarını bilemez, gösteremez. Kul ise mevlâsına hizmete muhtaçtır. Aynı şekilde akıl, yapılan zulümlerde, çeşitli olaylar karşısında ve verilmesi gereken cezalarda, yerli yerinde ve tam bir hüküm veremeyebilir. Akıl, her zaman için insanları korumada, zalimleri zulümden engellemede bir şey yapamaz. O hâlde insanları idare eden bir yol göstericiye, rehbere ihtiyaç vardır. İnsanlar, kendi hâllerine terk edilmiş ve akılları üzere bırakılmış olsa, kul olmaktan çıkarlar, onlardan kulluk alameti kalkar. Öyleyse insanlar hakkında Allah tarafından, kulluklarını gösterebilmeleri için, emirler, cezalar, yasaklar ve ibadetler gereklidir. İşte bunları insanlara ulaştıracak birtakım elçilere ihtiyaç vardır ki, onlar da, peygamberlerdir.
Allah, insanı, hayatını tanzim ve yönlendirmede aklıyla başbaşa bırakmamıştır. Çünkü iyilikle kötülük, değişik insanlara göre farklılık arz etmektedir. Bunun delili ise, -bilen kişi olmalarına rağmen şekâvette-saadette, elemde-lezzette, kötülükte-iyilikte, felsefecilerin farklı düşünceleridir. Akıl, her ne kadar belli bir zaman iyi ile kötüyü ayırt edebilse de bu, bütün bir ömür boyu devam edemez. Onun aklı, çocukken, gençken, yaşlı iken, birbirinden tamamen farklıdır. Yine tecrübeli birinin aklı, tecrübesizden; bileninki bilmeyenden farklılık arz eder. Şu da bilinen bir gerçektir ki, bazen akıl kötülüğü bildiği hâlde, hasedin tesiriyle ona yönelebilmekte, hatta doğruyu ortadan kaldırabilmek için, ona karşı amansız bir şekilde mücadele verebilmektedir. Bunun için de Allah, rahmetinden peygamberler göndermektedir.
İşte insanoğlunun bu ihtiyacından dolayıdır ki, kendisini uyaracak, eğri yolun encamından korkutacak, doğru yolu gösterecek elçiler gönderilmiştir. Şu Kur’ân ayetleri açıkça bu hususu vurgulamaktadır:
“Her ümmetin bir peygamberi vardır.” (Yunus, 10/47)
“Biz, her ümmete bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36)
“Senden önce de kendi milletlerine peygamberler göndermiştik.” (Rum, 30/47)
“Her kavim için bir hidayet rehberi vardır.” (Ra’d, 13/8).
Değişik zaman dilimlerinde, insanlara birer rehber gönderen Yüce Yaratıcı, son rehberini de Enbiyalar Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) olarak gönderip bu müesseseyi onunla noktalamıştır. O, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığın peygamberidir. Değişik dönemlerde, İlahî bir rahmet eseri olarak gönderilen peygamberler; insanları, kötülüklerden, ahlâksızlıklardan, kanunsuzluk ve kuralsızlıklardan kurtarıp ahlâkî değerlerin yaşandığı huzurlu bir zemine getirmeye çalışmışlardır. Ömrünü tamamlayıp giden her peygamberin arkasından insanlar, yeniden eski hâllerine dönerek eski sapıklıklarına devam etmişler ve bu durum son peygambere kadar devam edegelmiştir.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) geldiğinde o günkü toplum en temel inanç olan Allah inancı konusunda bile yanlış bir anlayış içerisindeydi. Kendilerine “Putlara neden tapıyorsunuz?” denildiğinde, onlar: “Biz onlara, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” derlerdi.
Demek ki onlar, önemli bir konu olan tevhid inancına son derece uzak bulunuyorlar ve yanlış bir yolda gidiyorlardı. Elbette, böyle bir durumda olan bu toplumun düzeltilmesi gerekiyordu ve işte bunu da Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) yapacaktı.
Kısaca, cahiliye döneminde Allah’a eş koşulmakta, putlara tapılmakta ve Allah’ın hükümleri yerine birtakım cahiliye âdetleri ve gelenekleri hüküm sürmekteydi. Ortada hiçbir sebep yokken zayıflar kuvvetlilerin zulmüne uğrardı. Galibiyet, hak ve adaletle değil, pazu kuvvetiyle elde edilirdi. Fuhuş almış yürümüş; içki, kadın, kumar birer hastalık hâline gelmiş; kıtaller, yağmalar, baskınlar, kan davaları, tecavüzler ve övünmeler, cemiyetin altını üstüne getiriyordu. Aşağı yukarı bütün bir insanlık değerlerini kaybetmiş ve kendilerine bir kurtarıcı bekliyordu. İşte onları kurtaracak olan kişi, Yüce Allah’ın bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiği Kâinatın Medarı İftiharı Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) olacaktı.
Resûlullah’ın 23 sene gibi kısa bir dönem olan peygamberlik zamanına baktığımızda, yukarıda anlattığımız bu kötü durumları ortadan kaldırdığını, bunların yerine bütün insanlığın istifade edeceği evrensel hükümleri getirdiğini müşâhede etmekteyiz.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle bir hakikat ışığı yaydı ki, eğer onun nuranî hakikat dairesinin irşadından mahrum bir şekilde kâinata bakacak olsak, kâinatın şeklini bir umumî mâtemhâne konumunda; varlığı birbirine yabancı hatta düşman; cansızları dehşetli cenazeler; bütün hayat sahiplerini, yokluk ve ayrılışın sillesiyle ağlayan yetimler durumunda görürüz. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yaydığı nurla bu umumî matemhâne, büyük bir sevinçle Allah’ı tesbih eden varlıklara çevrilmiştir. Yabancı ve düşman gibi görünen varlıklar, birer dost ve kardeş hâline gelmiştir. Suskun ve ölü gibi görünen canlılar, insanın kendisiyle dost olacağı sıcak bir arkadaş ve kendi hizmetine sunulmuş birer hizmetçi konumunu almıştır.
İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği evrensel prensiplere, sadece onun dönemindeki insanlar muhtaç değil, aksine her zaman ve mekândaki insanlar muhtaçtır. Bu ihtiyaç, bir yönüyle insanın yemeğe olan ihtiyacı gibi tekerrür eden bir ihtiyaçtır. Geçici bir ihtiyaç değildir. Cehalet ve cehaletten meydana gelen aksaklıklar, belli bir devirde yalnız Araplar’a münhasır değildir. Onun her yerde ve her devirde bulunması mümkündür. Medeniyetler, ilimler, maddî ilerlemeler, fikrî, siyasî, ictimâî ve insanî değerler, hangi seviyede olurlarsa olsunlar, heva ve heveslere uyar da İlahî hidayetten uzaklaşır ve Allah’ın emrettiği kurallara uymazlarsa, cehalet de onlarla beraber yaşar.
Günümüz dünyasına baktığımız zaman, en zengin sayılan devletlerin insanları da dâhil olmak üzere, bütün insanlığın, çok da iyi durumda olduğunu söyleyemeyiz. Dünyanın değişik yerlerindeki savaşlar, savaşlarda canlarını kaybeden pek çok masum insan, zengin ülkelerde maddî yönden zirvede olup, rûhunu doyuramayan insanların mutsuzluğu ve intiharları, fakir ülke insanlarının açlık sefâletleri, ikinci ve üçüncü dünya ülkelerinin sömürülmesi, kuvvetlinin haklı olduğu dünya düzeni, bir sürü gayr-ı memnûn kişinin varlığı, edebiyattan öteye gidemeyen insan hakları beyannâmeleri, aynı ülkeyi paylaşanların dahi birbirlerine güven duyamadığı bir karmaşa ortamı, dünyadan da ötelere seyahatler yapılacak kadar teknolojik ilerlemelere rağmen, kendi iç dünyasını anlayıp tatmin edemeyen kâşifler, hâsılı mutsuz bir dünya ve saadeti arayan bir insanlık… İşte bütün bu olumsuzluklar, Peygamber Efendimizin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), insanlığa sunduğu prensiplerle tanışmaları ve onları uygulamalarıyla aşılmış olacaktır.
İnsanlığı düşünen herkes, insanlığın içinde bulunduğu durumun hiç de iç açıcı olmadığını kabul etmektedir. Her dönemdeki insan aslında aynı insandır. Dolayısıyla her dönemde nasıl peygamberliğe ihtiyaç hissedilmişse, günümüz insanı da aynı şekilde muhtaçtır. Kaldı ki, Allah’a kulluk nasıl yapılır, Kur’ân nasıl yaşanır, ibadetler nasıl yapılır, Yüce Yaratıcı bizden nasıl bir ömür geçirmemizi istemektedir… gibi soruların cevabını da ancak bir peygamber vasıtasıyla öğrenebiliriz.
Kaynak: 99 Soruda Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Muhittin Akgül.