Her şeyin bir gayesi olduğu gibi elbette Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin gönderilmesinde de değişik gaye ve hikmetler vardır.
Bunların başında insanları, inanmakla mükellef oldukları tek olan Allah’a davet etme gelmektedir. İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki asıl gaye, Yaratıcısını tanıyıp O’na hakkıyla kulluk etmektir. Nitekim bir ayette bu husus “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) şeklinde açıkça beyan edilmiştir. İşte peygamberlerin gönderiliş sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağını, en açık bir şekilde insanlara öğretmek gelmektedir.
Her insan, fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat kuvvetleri” olarak algılarken, diğer bazıları, “kendi elleriyle yapıp taptıkları putlar” olarak telakki ederler. Gönderilen her elçi, kendi kavmini veya bütün insanlığı inanılması gerekli olan Ma’bud’a itaate çağırmıştır. Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, insan, tek başına doğru bir şekilde Yaratıcısını tanıyamamaktadır. İki peygamber arasındaki zaman aralığında bile insan, pek çok bâtıl, hurafe şeylere tapmış, herhangi bir fayda ve zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. ibadet etmiştir. Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah’a davet etmiş, bu konuda çok büyük gayret sarfetmiş, onlara gerçek Ma’bud’u anlatmıştır.
Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden bir diğeri ise, dîni tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi bizler, ibadete ait meseleleri bilemez, emir ve nehiyleri hiçbir zaman anlamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac nedir? İçki, kumar, zina, ihtikâr ve faiz gibi muharremâtın hükmü nasıldır, katiyen bilemezdik. Evet, bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleyi peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.
İlahî emir ve yasakları, insanlara ulaştıracak bir insana ihtiyacın varlığı inkâr edilemez. Aynı zamanda bu elçinin insanlar içinden bir fert olması gereklidir. Dolayısıyla da Allah peygamberleri, insanlardan seçmiştir. Seçilen bu elçiler, bu yüce görevi tastamam yerine getirmiş, hiçbiri, Allah’a davetten geri kalmamıştır.
Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden bir başkası da, her konuda insanlara örnek olmalarıdır. Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönleri pek yüksek, iradeleri ise çok güçlüdür. Kur’ân Resûlullah’a, diğer peygamberlerin yolunu takip etmesini emretmekle peygamberlerin yürüdüğü bu yolun, bütün insanlık için örnek bir yol olduğuna vurgu yapar.
“İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!” (En’âm, 6/90)
Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten çok büyük bir ahlâk ve dürüstlük örneğidir. Onlar, insanlara dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, her bakımdan faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler, hiçbir menfaat kaygısı gütmemişlerdir. Onların din ve ahlâk nâmına getirdikleri prensiplerin doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur’ân-ı Kerim: “Onların hepsi de sâlih kimselerdendi.” (En’âm, 6/85) demekle, peygamberlerin bütünü hakkında kat’i kararını vermiş ve hükmünü bildirmiştir. Demek ki, peygamberler bütün insanlık için en güzel birer rehber, en güzel birer örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını takip etmekle yükümlüdür
Ayrıca Peygamberler dünya-ahiret muvazenesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği muvazene ile insanoğlu, aşırılıklardan kurtulacak ve istikameti bulacaktır. İnsan, yaratılışı gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Ahiret hayatı, peygamberler olmaksızın aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe ait işlerdendir. İşte peygamberler, dünyaya meyilli olan biz insanları, bu ulvi âleme yönlendirmeye çalışmışlardır.
Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir: Ahiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz etmek hiç de kolay değildir. Zira insanoğlunun önemli bir kısmını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir şekilde yaşayabilirler. Bir yönüyle insanlığın yarısını teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül gösterebilirler. Yine toplumun dinamik kesimini oluşturan gençler, delikanlılar, aşırılığa kaçan hislerini, nefislerini, heva ve isteklerini, tecavüzlerden, zulümlerden ve haksızlıklardan, ancak Cennet düşüncesi ve Cehennem korkusuyla dizginleyebilirler. Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları prensiplerle insanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.
Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, insanların, ahirette Allah’a karşı herhangi bir itirazlarının olmasını önlemektir: Bu husus şu ayette şöyle ifade edilir:
“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Nisâ, 4/165)
“Kıyamet gününde, her ümmete bir şahit getirirken, seni de bunların üzerine şahit getirdiğimizde hâlleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah’tan hiçbir sözü gizleyemezler.” (Nisâ, 4/41-42; Nahl, 16/89)
ayetinde dile getirildiği gibi Allah, bütün insanları toplayacak, her peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna dair şahit olarak getirecektir.
Sözün özü; her peygamber insanları inandırmak ve inanmayanların da bahanelerine meydan vermemek için bir kısım mucizelerle gelmiştir. Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı istediği gerçekleri, peygamberleriyle gayet açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da Cenâb-ı Hakk, “Biz peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsrâ, 17/15) buyurmaktadır. Demek ki peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve kimsenin mazeretine bakılmadan herkesin hesabı sorulacaktır.
Kaynak: 99 Soruda Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Muhittin Akgül.