Biz, bize ait isimleri anne ve babamızın isimlendirmesiyle değil de sonradan elde edeceğimiz mahâretlere göre almış olsaydık kimimiz ekmek pişiren ma’nâsına “Habbaz”, kimimiz, marangozluk işlerini iyi becermesiyle “Neccâr”.. vs. gibi isimler alırdık. Yani kimin mahâreti hangi yönde ise, alacağı isim o ma’nâyı ifâde eden bir isim olurdu. Bazan bu isimler, mübâlâğa kalıbıyla da ifâde edilir. Meselâ normal setredene “Sâtir”, fakat, tastamam ve kusursuz setredene ise “Settâr” normal hamdedene “Hâmid’; ham, vazifesini tam yerine getirene de “hammâd” denir.
Halbuki, bizim isimlerimiz, sonradan kazanacağımız mahârete göre değil de anne ve babalarımızın arzusuna göre verilir. Hatta bazan, hiç de bize uygun düşmeyen veya bizimle alâkası olmayan bir isimle de isimlendirilebiliriz.
Böyle bir benzetme ilk bakışda kaba ve sevimsiz görülebilir. Ne var ki, mücerret hakikatların anlatılmasında öteden beri hep aynı yolda hareket edilmiş ve ifâde tenezzülâtına gidilmiştir.
Cenabı Hakk’a ait isimler, kâinatta icraatı müşahede edilip ve yine O güzel isimler sâhibi tarafından, O’nun has kulları vasıtasıyla bize tâlim edilmiş isimlerdir. Meselâ, kâinatta apaçık gördüğümüz bir güzellik vardır. Gökkuşağı gibi bu güzellikler birbiri içinde bütün varlığı sarmış durumundadır. Ovada, obada, çiçekte baharda, gözde ve kaşta bir güzellikler cümbüşü hâkimdir. Bu güzelliklerin sâdece dış yüzüne bakıp hayranlığını ifade için, binlerce senedir, binlerce edip ve şâir hep bu güzellikleri destanlaştırmaya çalışmış, yine de söylenmesi mümküne kıyasla, çok az şey söyleyebilmişlerdir. Anlatmakla bitiremeyeceğimiz bütün bu güzellikler elbette Cenâbı Hakk’ın bu ma’nâyı ifâde eden bir ismine dayanmaktadır ki o da “Cemil” ismidir.
Yine, kâinatta ince bir nizâm ve intizam dâhilinde, rızık tevziatı yapılmaktadır. Hücreden gergedana kadar her canlı kendine münâsip bir rızıkla beslenmektedir. İbâdet ve tesbihler meleğe rızık olurken, et insana, kemiği de cinlere rızık olmaktadır. İşte gözle gördüğümüz rızka ait bu faaliyet, hiç şüphesiz, Cenabı Hakk’ın bir “Rezzâk” ismi olduğunu isbat etmektedir.
Eğer biz Cenabı Hakk’ın “Cemil” ve “Rezzâk” isimlerini bilmemiş olsaydık icraatını gördükten sonra, Ona hitaben “Sen Cemilsin”, “Sen Rezzâksın” diyecektik. Bunun gibi, diğer isimlerini de icraatından anlayıp yine, O’na o isimlerle seslenecektik. İşte Cenabı Hakk, icraatını gösterdikten sonra, bizi yanıltmamak için kendisini bu isimlerle tesmiye etmiştir. Ancak Esmâ-i İlâhi istikrâidir. Biz, Zât-ı Ulûhiyet hakkında kendi kafamızdan isim uyduramayız.
Bu isimler, Zât-ı Ulûhiyette, bunlara medâr olabilecek bir kısım sıfatlara dayanmaktadır. Yine yukarıdaki misâlden hareketle söyleyecek olursak, kendisi ne “Habbâz” ismi verilen bir insanda eğer ekmek yapma sıfatı yoksa veya “Neccâr” bir marangozluk sıfatına sâhip değilse bu isimlerin ona verilmesi mümkün değildir. İşte, Cenabı Hakk’ın, herşeyin yüzüne perçinlediği güzelliklerle kendisinde varlığını kabul ettiğimiz ve belli bir seviyedeki insanların da müşâhede ettiği “Cemil” ismi, bütün güzelliklerin kaynağı olan “Cemâl” sıfatına dayanmaktadır. Bunun gibi bütün isimler kendilerine kaynak olacak bir sıfata, bütün sıfatlar da “Şe’n”e ki, bunu beşer için kullanacak olursak, kâbiliyet ve istidât diyebiliriz, ancak Cenab-ı Hakk için böyle bir tabir kullanmamız doğru değildir, dayanmaktadır. Demek oluyor ki fiiller isimlere, isimler sıfatlara, sıfatlar Şuûnât-ı hâhiyeye ve Şuûnat-ı hâhiye ise Cenabı Hakk’ın Zâtına dayanmaktadır. İşin burasında duruyor ve Allah Resulü gibi; ‘Seni hakkıyla bilemedik Ey Ma’ruf” diyoruz. Ve yine Hz. Ebu Bekir gibi “Seni anlamaktan âciz olmak Seni anlamak demektir” diyor ve edeble iki büklüm oluyoruz..
O vardır. Varlığını iliklerimize kadar hissediyoruz. Fakat O’nu idrak etmekten de âciz bulunuyoruz. O’ndan daha âydn bir nesne yoktur, ama, O yine de bir mevctld-umeçhuldür.
Şimdilik, O’nun isim ve sıfatları arasındaki farka, böyle avamca bir bakışla iktifa ediyor ve tafsilâtını bir başka zamana bırakıyoruz.
Kaynak: Tereddütler III