Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, din-ilim tenakuzunu iddia eden kişilerin bahsini ettiği şey, ‘ilim’ değil, ‘bilim’dir.
İlim, ‘aydınlık’ kokan ‘din’ kokan bir kelimedir; hakikat soluyan ve kişiyi Sırat-ı Müstakîm’e götüren bir ışık kaynağı, bir gerçekler manzumesidir. ‘Bilim’ denilen şey ise, kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan manâ ile karanlıklar, kaos ve karadelikler manzumesidir.
İlim, bizde doğup büyümüş, aslını ve çekirdeğini bizden almışken, bilim, rasyonalizmiyle, pozitivizmiyle batının mahsulüdür. Bu bilim, hakikatı ve bütün hakikatlerin kaynağı mutlak hakikatı inkârla işe başlar ve hatalar, yanlışlar, ihtimaller üzerinde gide gide güya doğruya varmaya çalışır. Oysa, elde bütün yanlışların vurulacağı, bütün gerçekdışıların tartılacağı bir hakikat olmadan, doğruya nasıl varılabilir? Her şeyi değişir gören bilim, bir ‘Değişmez’in varlığını kabul etmeden, değişmeler ve değişenler üzerinde nasıl çalışabilir? Değişmez kaideler ve sabit hakikatler olmadan deneyin, tecrübenin ve gözlemin halledeceği hiçbir şey yoktur. Onlarla insanın dünyasını aydınlatmak mümkün değildir.
Bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve irade’siyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabı; gerçek ilimler ise, Allah’ın kâinattaki icraatından, kâinattaki İlâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir.
Bundan başka, Allah’ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur’ân kitabı vardır ki, Allah (cc), bu Kitabı’yla kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur’ân’la ifade eder.
İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah’ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. Şimdi, bu üçü nasıl birbirine ters olabilir, nasıl birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?
İnsan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur’ân’ı okuyarak elde eder; elde ettiği bu ilim neticesinde kendini tanır veya değişik bir yolla önce kendini tanır, sonra da kâinatı ve Kur’ân’ı okur. Kâinat, ilimler ve Kur’ân, tıpkı bir insanın iki gözüyle bakışı gibi ilerde bir noktada birleşirler. Nasıl bir insanın iki gözü farklı bakmaz ve farklı bakışa sahip değilse, Kur’ân ve gerçek ilimler de, aynı şekilde birbirinden farklı değillerdir.
Bu mevzûda ileri sürülen farklılık, sadece bunu ileri sürenin bakışındaki şaşılığı ele verir. Öyleyse ilk düzeltilmesi gereken, bu tür bakış çarpıklıklarıdır. Laboratuarlarda kâinata, eşya ve hâdiselere Kurân’ın adesesiyle bakabilen manâ ve ışık insanları, ilimleri gerçek yerine oturtacak, ilimleri ve insanlığı ‘bilim’ in götürüp bıraktığı çıkmazdan kurtaracak ve Yahudi maddeciliğiyle, hristiyan spiritualizmine son vereceklerdir. Biz, sadece Kur’ân’ı okuyup kâinat kitabını bir yana bırakamayacağımız gibi, Kur’ân’ı bırakıp, akılları kâinatta boğarak kaba, katı ve soğuk materyalizme de yol açamayız.
İslâm’ın hayata hayat veren sentezi budur. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerine birer tercüman olan bütün ilim dallarını kucaklamak, diğer taraftan da dünya ve ahiret saadetine götürücü bütün yolları hidayet tayflarıyla aydınlatan Kur’ân’a sarılmak.. işte İslâm’ın insanlığa kazandırmak istediği yüce idealin en basit ve en kısa hülâsası bu terkiptir.
Batıda din, hiç bir zaman bütünüyle hayatı kuşatamamış ve hayata hayat olamamıştır. Dün de bugün de kiliseden çıkan, yine kendi küfür, küfran ve bataklık dünyasına dalmaktadır. Üç asırlık safvet döneminden sonra Hristiyanlığın Konstantin tarafından kilisenin loş ve sevimsiz duvarları arasına hapsedilmesi ve esasen tahrife uğrayan İncil’in yanısıra yine muharref Tevrat’ın da ‘Kitab-ı Mukaddes’ olarak kabul edilmesi neticesinde, günlük birkaç ahlâkî kaide dışında Din’in avrupa insanına vereceği bir şey kalmamıştır. Bu sebeple, batılı ilmi bizden alırken, manâsından ve gerçek muhtevasından tecerrüd ettirerek almış ve Rönesans’la birlikte tamamen maddî bir dünyanın dar ve katı kalıpları içine hapsetmiştir.
Evet, dün inkâr etmekle beraber, bugün Maurice Bucaille, Alexis Carrel, Karlyle ve Garaudy gibi mütefekkir ve ilim adamlarının da itirafıyla ilmi bizden aldığını kabul eden batılı, onun gerçek yönünü, Allah’a götüren bir ışık oluş keyfiyetini bir yana bırakıp, bütünüyle maddî ve karanlık bir hayatı yaşamada soğuk bir vâsıta haline getirmiştir onu. Dolayısıyla, gerçek manâ ve muhtevasından uzaklaştırılmış dinle, maddî tutkulara esir edilmiş bir ilmin, yani ‘bilim’ in çatışması gayet tabiî ve normaldir.
Mes’elenin bir yönü daha var. Muharref Tevrat ve İncil, İlâhî Söz olma adına kendilerinde pek çok yanlışı barındırmaktaydı. Daha çok kendi zamanlarındaki dinî mes’elelere çözüm getirmek ve ‘dindar’lara hitap etmek için ‘din adamları’nca kaleme alınan ‘Kitab-ı Mukaddes’, her zamana, her seviyeye ve her mekâna hitap edici vasfıyla İlâhî dilini kaybedince, kâinatta değişmekten ve tahriften masun İlâhî hakikatlerin keşfi karşısında şüphe gubarına ve inkâr rüzgârına maruz kaldı. Meselâ, Kitab-ı Mukaddes, dünyanın yaratılışına ve insanın yeryüzüne gelişine belli ve kesin seneler biçiyor, kâinatın altı günde yaratılışını pazartesi, salı…larla ifade ediyor ve Allah-insan münasebetini Hz. Âdem (as)’in Cennet’ten çıkarılışı kıssasında -hâşâ- rakip iki kralın münasebeti gibi takdim ediyordu. Böyle bir kitabın esasen, kâinat’ın keşfine yönelen insana verebileceği fazla bir şey de yoktu. Sonra, batılı, ahlâkî bakımdan da olsa Din’in hayatına müdahalesine fazla mütehammil değildi.
İşte, böylesi sebepler, batıda Din’le ilmi birbirine hasım ve muhalif iki ayrı istikamete ve iki ayrı kutba çekti. Hıristiyanlık, gelişen hayat şartları ve ‘bilim’ adına kaydedilen ilerlemeler karşısında, taşın altında kalıp solmaya ve çürümeğe yüz tutmuş ve ısı, ışık ve su gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakılmış bir yaprak misali kendi varlığını, kırpık ve eksik mevcûdiyetini kabul ettirme imkânı bulamıyordu. Gün yüzüne çıkmak istediğinde ise, artık vakit çok geçti; bilim, almış başını gidiyor, eşya ve hâdiseler kendisini refüze ediyordu. Elinde kala kala tek bir kuvvet unsuru kalmıştı Hıristiyanlığın: Afaroz! Buna karşılık, zamanında yine kendi elleriyle taşın altına koyup hayattan tecrid ettiği ve neticede soldurduğu Hıristiyanlığı, batılı bu defa reformuyla yine bizzat kendisi idam sehpasına çıkardı… Bu, afaroza bir misillemeydi.
Fakat, aynı sehpada İslâm’ı idam etme düşüncesi de neden? Hiç İslâm tarihinde, dünya dönüyor dediği için bir insan afaroz edilmiş midir? İslâm’dan başka hayata nasıl hayat olduğunu 11-12 asır insanlığa gösteren bir ikinci sistem gelmiş midir? İlimler adına bütün dünyaya asırlarca muallimlik yapan İslâm’ı, ilme karşı ve gelişmeye mâni diye idam sehpasına çıkarmak, düşmanca bir garaz ve insafsızlık değildir de nedir? Yoksa bunun sebebi, İslâm’ı hayatımızdan tecridle, heva ve hevesimiz istikâmetinde bir hayat sürmek midir; veya, batının kendi menfaatleri uğruna kasden attığı bir çelmeye alet mi oluyoruz?
Evet, biz ilim adına hiç bir zaman imanımızdan, ibadetimizden, Allah’a (cc) ve Resûlü’ne (sav) olan bağlılığımızdan kıl kadar sapmadık; tam aksine ilim, îmanımıza, ibadetimize, Allah (cc) ve Resûlü’ne (sav) olan bağlılığımıza güç kattı. Aydınlık çıkış noktalarımız vardı; Cenâb-ı Hakk adına kâinatı keşfetme düşüncesiyle hareket ediyorduk. Her yeni keşif, ruhlarımızda yeni bir îman, aşk ve heyecan meydana getiriyor, hamle ruhumuzu yeniden kamçılıyor ve “daha yok mu?”diyerek daldıkça dalıyorduk. İnci, mercandı hep çıkardığımız; hem secdeye varıyor, hem rasathaneye koşuyor; din ve ilim diyerek salih dâireler meydana getiriyorduk. Okumayı, yazmayı, çizmeyi ve araştırmayı ibâdet neşvesiyle yapıyorduk; kaos, karadelik ve tıkanıklıklar yoktu ilim semâmızda. Bilim kurgunun çok ötesinde Mi’râc’a inanıyor, aynı yolda yolculuk yapmaya çalışıyor, namazı bunun esası sayıyor, mu’cizeleri bilip kabul ediyor ve hep Allah’a (cc) yaklaşma gayesi güdüyorduk. Evet, bizde bu esaslar üzerinde gelişen ilimlerin gayesi Ma’rifet-i İlâhî, neticesi de Muhabbet-i İlâhî ve zevk-i ruhanî idi.
Kur’ân ve ilimler münasebeti mevzuunda düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur’ân’ı mevcut ilimlerin peşinden koşturmak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur’ân’dan, Din’den ve îmandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur’ân’ı müspet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.
Çok büyük ve enerji yüklü Güneş’i küçücük ve soluk bir meteora nasıl uydu yapabilirsiniz? Kâinat ve insanı, tâ başlangıçtan Kıyamet’e bütün yönleriyle ele alıp inceleyen ve haritasını çizen Kur’ân’ı nasıl küçük bir dünya haritasından, hatta bir dağ silsilesi resminden ibaret görebilirsiniz? Kıvrım kıvrım akıp geçtiği, akıp geçerken de suladığı vadileri, ovaları, hayat verdiği bağ ve bahçeleri, şelâleler hâlinde döküldüğü dağları, tepeleri ve deltalar meydana getirerek ulaştığı ummanları hiç hesaba katmadan, sadece çıktığı yere bakarak “işte nehir”demek ve o nehrin hikmetini, faydasını ve şümul sahasını, sulayıp geçtiği bir bahçeden veya yatağının bir yerindeki altın mâdeninden ibâret görmek ne derece yanlışsa, aynı şekilde Kur’ân’ı, değişip duran ilimlerin bugünkü seviyesiyle bir görmek, hatta henüz ispatlanamamış ilimleri, Kur’ân’a şahit yapmak ve Kur’ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek aynı derecede, hatta daha büyük bir yanlıştır. Kur’ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle te’life çalışılmamalıdır.
Evet, Kurân’ın hakkaniyeti için hemen ilmî mesned ve takviyeler, payanda ve koltuk değnekleri aramaya kalkışmak, O’nu küçültmek olur. Yine, 20’nci asrın herhangi bir diliminde tespit edilen ilmî bir mes’eleye, “Kur’ân bunu anlatıyordu” deyip Kur’ân’dan delil bulmaya çalışmak, ille de pozitif ilimlere Kur’ân’ı teyid ettirmek ve her yeni tespit karşısında “Kur’ân’da bu da vardı; şu âyet bununla ilgiliydi” gibi iddialarda bulunmak, ilimler karşısında içine düşülen bir kompleksin ve Kur’ân’ı ikinci derecede görmenin ifâdesidir.
İlim ve fenler devamlı değişmekte, bugün doğru kabul edilen çok şeyin, yarın yanlış olduğu ortaya çıkmakta.. sürekli yeni nazariyeler üretilmekte ve bir ilim adamının hakikat diye takdim ettiğini bir başkası pekâlâ çürütebilmektedir. Halbuki, Kurân’ın ifade ettiği hakikatler sabit, değişmez, yanılmaz ve ebedîdir…
Nâzil olduğu günden bu yana tam 14 asır geçmiş olmasına rağmen, Kur’ân’da öyle bâkir ve emsâlsiz mes’eleler vardır ki, bunların hakikatına henüz ilimlerin elleri ulaşamadığı gibi, ilmî seviye de fersah fersah onların gerisinde bulunmaktadır. Pozitif ilimler, Kurân’ın gösterdiği ufuklara ulaşıncaya kadar, kim bilir daha kaç defa sarsılacak, kaç defa değişecektir. Beşer tarihinde kendini kabul ettirmiş nice nazariyeler vardır ki, zamanla hepsi de unutulmuş ve onların yerlerini yenileri almıştır. bir gün gelecek, mutlaka ilim yuvalarından kapı dışarı edilecek ve bu şekilde ilimler sarsıla sarsıla Allah’ın (cc) sarsılmaz ve değişmez Kelâmı’nın ihtiva ettiği hakikatlere ulaşacaktır. Bu sebeple, sürekli sarsılan ve değişen müspet ilimlerin arkasından, sarsıntı ve değişme nedir bilmeyen o muallâ beyanı koşturmamalı ve onu ilimlere uydurmaya çalışmamalıyız. Nedir öyleyse yapılması gereken?
- Kurân’ın ilmî gelişmelere değil, ilmî gelişmelerin Kur’ân’a tevfikini takip etmeliyiz.
- İlmî gelişme ve buluşları Kurân’ın arkasından koşturmalıyız.
- İlmî gelişme ve buluşların karşısına Kur’ân’ı bir endam aynası olarak koymalıyız, yani: “Ey ilimler, işte bakın, siz esas ve özünüzü bu Kur’ân’da bulacaksınız. Zira, Kur’ân sizin nihaî şeklinizi ve varacağınız hakikatı haber vermekte ve kaderinizi çizmektedir. Bakın da, gerçek şekil ve mahiyetinizle bu Kur’ân’da kendinizi görün. Eğer, daha henüz bu seviyeye gelememişseniz, haydi çalışıp-çabalayın ve Kur’ân’daki nihaî şeklinizi ve gerçek mahiyetinizi kazanmaya bakın” demeliyiz.
İlimlerin ortaya koyduğu bir mes’eleyi Kur’ân’daki bir âyete tıpatıp uyar görsek bile, yine de ihtimaller içinde, “şöyle de olabilir böyle de” demeli ve o âyeti bahis mevzuu ilmî mes’eleyle te’vil, tefsir ve tevfikte acele etmemeliyiz. İlmî bir gerçekle, veya gerçek sanılan bir mes’eleyle bir âyet ya da hadîs arasında tam bir mutabakat görülse bile, yine de her zaman için mümkün olan değişmeleri ve kendi anlayış ve seviyemizi hesaba katarak çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorundayız. Şimdi mes’eleyi daha da müşahhaslaştırmak için bir misâl verelim:
Günümüzde, AIDS’i, Kur’ân’da geçen ‘dâbbetü’l-arz’la aynîleştirme mevzuu var. Kur’ân’da, Allah’ın hükmü verildiğinde ‘dâbbetü’l-arz’ın çıkacağı beyan edilmekte (Neml/82) ve gerek âyetten, gerekse âyetin siyak ve sibakından, bu dâbbenin bir Kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır. Zuhuruyla beraber de yeryüzünde îmanî hayat bütün bütün sönüp, süratle bir îmansızlık dönemine doğru gidiş bahis mevzu edilmektedir.. yani dâbbe zuhur edince, artık, yeryüzü vazifesini tamamlamış ve “Allah” diyenler de âdeta yok denecek kadar azalmıştır. Ve, bütün elmas ruhluların gidip, kömür ruhluların ortalığı sardığı böyle bir dönemde, “yok olma”hükmünün verilmesi için ‘dâbbetü’l-arz’ çıkacak ve “gayrı bundan sonra insanlar îmana yanaşmayacak ve inananlarda yakîn hasıl olmayacaktır” diye, kömür ruhlulara ilânda bulunacaktır. Şimdi, Kurân’ın verdiği bu kısa malûmat ve mevzuyla alâkalı hadîsler çerçevesinde, AIDS gerçekten ‘dâbbe’ olabilir mi, sorusuna cevap arayalım:
Her şeyden önce, dâbbe’nin çıkacağı kesin olmakla beraber, keyfiyeti mevzuundaki hasen, zayıf; çeşitli hadîslere ve kelimenin manâsına bakılarak, bunun virüsten gergedana muhtelif mahiyetlerde olabileceğini söylemek mümkündür.
Evet, ‘dâbbe’, insanlar arasında salgın hastalıklara yol açan mikrop olabilir; fakat illâ ‘AIDS’ olur denemez. Çünkü, Kur’ân’ın çizdiği sınırların dışına taşmanın sebep olduğu frengi gibi zührevî hastalıklar ve hatta, bir zaman beşeri kasıp kavuran sıtma, veba ve verem gibi hastalıkların da aynı çerçevede mütâlaa edilmesine bir mâni yoktur. Sonra, Hz. Mesih’in (as) zuhurunu müteakip umumî durumu anlatan hadîslerde beşerin müptelâ olacağı öyle korkunç hastalıklardan söz edilmektedir ki, bunların mikroplarına da ‘dâbbe’ demek mümkündür. Kaldı ki, dünkü verem gibi, henüz tıbdaki her türlü gelişmeye rağmen bir türlü sebep ve tedavisi tam olarak keşfedilemeyen ve bir hücre anarşisinden ibaret olan kanser de en az AIDS kadar tehlikeli, öldürücü ve hem daha da yaygındır. Eğer, AIDS’i dermanı yok diye ‘dâbbe’ sayacak olursanız, şimdilik kanserin de dermanı yoktur.. ileride AIDS’e de, kansere de derman bulunamaz diye bir iddiada bulunmak ise doğru değildir. Hem böyle bir anlayış, Efendimiz’in (sav) yaşlılık ve ölüm dışında her derdin dermanının olduğunu beyan eden hadîsine de ters düşmektedir.
Binaenaleyh, ‘dâbbe’yi sadece AIDS veya benzeri bir başka hastalığa hamletmek, âyetin geniş, engin, şümullü ve bütün zamanları kucaklayıcı objektif ve çok buudlu edâsına ters düşer ve manâyı daraltır.
Evet, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerin nurlu ve her zaman taze beyanlarının destek ve koltuk değneklerine ihtiyacı yoktur. Dışta hiç bir tezâhürü görülmese de, insan vicdanında apaydın sezilecek kadar parlaktır onlar. Bu kâbil pozitif netice ve istidlâller, olsa olsa bizim zavallı aklımıza konan toz ve toprağı alıp götürmeye mâtuf süpürgeler olabilir ancak. Bu cılız mes’eleler, o yüce hakikatları omuzlarında taşıyabilecek güçte değillerdir.
Sonra, âyeti, AIDS veya bir başka hastalığa hamletmek, ümidimize indirilmiş birer darbe demektir. Çünkü, âyette, ‘dâbbetü’l-arz’ çıkınca îman ve yakînin yerini sukût, gerileme ve inkırazın alacağı ifade edilmektedir. Halbuki, hadîs-i şeriflerin tebşirâtı altında, biz İslâm’ın cihanda bir defa daha hâkim olacağına, kâinat ufuklarında bir defa daha şehbal açıp, dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına, Hristiyanlığın aslına avdetle İslâm’a tâbi olacağına ve dünyanın dört bir yanında insanların Peygamber’i (sav) anacağına gönülden inanıyoruz. Bu bakımdan, ‘dâbbetü’l-arz’ı, Kıyamet’in kâfirlerin başına kopacağı karanlık zamanlarda bekliyoruz. O halde, ‘dâbbetü’l-arz’ mevzuunda da ifrat-tefrit arası muvazeneyi koymak gerekirse, şöyle diyebiliriz: “Bir başka tehlikeli hastalık gibi, AIDS de ‘dâbbetü’l-arz’dan bir fert olabilir; evet AIDS, ona ait vazifelerden bir kısmını görecek çok fertlerden biri ve bu hakikatten bir manâ; bu nev’den de her asra bakan bir fert olabilir. Fakat, ‘dâbbetü’l-arz’ illâ ve mutlaka AIDS’tir denemez.”
Mes’eleye bir başka açıdan bakacak olursak: Bugün teknoloji, feza teknolojisi ve kompüter sistemleri o kadar geliştirildi ki, fabrikalardan kol saatlerine kadar hayatımıza girdiği gibi, düne kadar bilim kurguların konusu olan Lazer ışınının yanısıra, yavaş yavaş pek çok yerde insanın yerini almaya başlayan robotlar da artık herkesin konuştuğu bir mevzu haline geldi. Günümüz insanlığı ve bilhassa teknolojiyi ellerinde tutanlar, teknik adına ne bulur ve ne icat ederlerse hemen insanlığın aleyhinde ve insanı yok etmek için kullanmaktadırlar. O halde, bir gün programlanmış robotlardan ölüm mangalarının teşkil edilmeyeceğini, bir robotun binlerce insanı ve binlerce müesseseyi sevk ve idare etmeyeceğini ve bir gün ağızlarında puro, robot müdürleri müesseselerin başında görmeyeceğimizi kim söyleyebilir? İcabında mikrofonla, kompüterle, bir başka uzay tekniğiyle, telepati yoluyla konuşacak insafsız, merhametsiz ve laf anlamaz robotların ‘dâbbetü’l-arz’ olmayacağı iddia edilebilir mi?
Bir zamanlar çevirilen bilim kurgu türü bir filmde, üç-dört bilim adamı, mikroskobik ölçülerde bir gemiye, yine mikroskobik ölçülerde küçültülmüş insanları bindiriyor ve bir insanın damarlarının içine salıp, beyindeki bir tahribatı izâleye çalışıyorlardı. “Şeytan insanın damarlarında kanla birlikte dolaşır” hadîsini akla getiren böyle bir düşüncenin, şimdilerde sanki tatbik sahasına konmak üzere olduğunu öğreniyoruz. Tüplerde insan yetiştirme ve spermlere belli dairede müdahale etme gayretiyle insanoğlu, damarların içine girmek, damardaki tıkanıklıkları açmak, dışarıdan talimatla bedende her türlü ameliyatı gerçekleştirmek için -meselâ bugünlerde Japonya’da olduğu gibi-milimetrenin milyonda biri kadar büyüklükte bir cihaz geliştirmeyi plânlamaktadır. Böylesi cihazlarla ileride belki de beyne ve spermlere varıncaya kadar insan vücuduna yapılacak müdahaleler, “canlı meydana getirdim; kablolarla insan var ettim” türünden sözlerle insanı önü alınmaz bir tuğyana sevk edip belki Kıyamet’in kopmasına sebep olacaktır. Şimdi, böylesi cihazlar için de ‘dâbbetü’l-arz’ denilirse, “olamaz” diye karşı çıkılabilir mi? Hem, biri kalkıp, Şark’tan zuhur eden komünizm, en büyük ‘dâbbetü’l-arz’dır derse, cevabımız ne olacaktır? O halde, Kurân’ın son derece şümullü ve îcazlı bir şekilde isimlendirip, fonksiyonundan bir parça söz ettiği ve mahiyetini açıklamadığı bir varlığı “şudur” diye kestirip atmak, son derece yanlış ve aceleden verilmiş bir hüküm değil de ya nedir..?
Bugün yapılan yanlışlar, yalnızca ‘dâbbe’yle sınırlı kalmıyor. Bir ilim adamı çıkıyor, ilim adına marifet yapıyorum diye “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” hadîsine, “Cüzzamın mikrobu tıpkı aslana benzemektedir. Bugün mikroskopla ortaya çıkan bu gerçeği Efendimiz (sav) 14 asır önce görmüş” diye yorumda bulunuyor. Halbuki, o mikrop hiç de aslana benzememektedir. Şimdi, böyle bir izahın yanlışlığı ortaya çıkınca -hâşâ-Efendimiz’den (sav) hilâf-ı vâki bir beyan sâdır olduğu intibaını vermeyecek midir? O halde, âyet ve hadîsleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, daima “fîhi nazar” deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır. Pozitivizmin îdam sehpasına çekildiği ve rasyonalizmin pabucunun dama atıldığı günümüzde, âyet ve hadîsleri pozitif ilimlere tatbik etmek ve onların ardısıra koşturmak, bırakın âyet ve hadîse parlaklık kazandırmayı, tam tersine âyet ve hadîse karşı bir cinayettir. Bu mevzuda bugün yazılmış pek çok eserin nasıl yanlış temeller üzerine oturduğu bütün vüzuhuyla 5-10 sene sonra ortaya çıkacak ve iddia sahipleri sözlerinden dönmek mecburiyetinde kalacaklardır. Halbuki, Kurân’ın hakikat adına söyleyip de, geri çark ettiği hiç bir mes’ele yoktur ve olamaz da. Eğer, ilmî bir mes’eleyi Kur’ân’la tenakûz halinde görüyorsak, ya biz Kur’ân’ı yanlış anlıyoruz ya da ilim o mes’elede yanılmaktadır.
Şu bir gerçek ki, Cenâb-ı Allah’ın çekirdekler halinde sarıp sarmalayıp kâinata ektiği ilmî hakikatler anlaşıldıkça ve bu sahada zirvelere doğru tepeler aşılıp yollar geçildikçe Kur’ân daha da bir gençleşecek.. ve her gün daha fazla su, ısı ve ışık alan bir çiçek gibi tazelenip açılacak ve ışığını zihne, kalbe daha bir nüfûz edicilik ve parlaklıkla neşredecektir. Ve, kim bilir sînesinde taşıdığı daha ne hakikatleri ve bilinmezleri insanlara sunacak ve bu mevzuda daha ne âyetler sergilenecek…! “Onlara âyetlerimizi dış âlemlerde ve kendi içlerinde göstereceğiz ki, O (Kur’ân)ın hak olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb’inin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet/53). Evet, âyette “Se-nürî” kullanılmakla, Sahabe’ye: “pek çok âyetlerimizi siz henüz bilmiyorsunuz, onları ileride göstereceğiz”, “hüm” kullanılmakla: “size değil, onlara, başkalarına, sonra geleceklere göstereceğiz” ve “yetebeyyene” kullanılmakla da, “belki hemen değil, peşpeşe gelen ve birbirini tamamlayan araştırmalar ve telâhük-ü efkâr neticesinde Kurân’ın hak olduğu ortaya çıkacak” denmektedir.
İlimler, şimdilerde henüz emeklemekten kurtulup ayakta durmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar ileri sürülen onca nazariyeden belki pek azı hakikat olarak ortaya çıkmış ve Kur’ân’la tetâbuk edebilmiştir. İleride her sahada alınacak mesafelerle Kurân’ın daha pek çok hakikatlerine yaklaşılacak ve ilimlerin ortaya koyacağı gerçekler, Kur’ân’da ifadesini bulup, artık değişmez gerçekler olarak kalacaklardır. Bugün, diyelim ki, çok uzaklarda bulunan yıldız veya yıldız kümeleri hakkında söylenen sözler, şimdilik onlara olan uzaklığımız kadar hakikatten uzak olabilir. Ama, belki zamanla o yıldız kümelerine yaklaşılınca, onlar hakkındaki bilgi ve sözlerimiz de hakikate o derece yaklaşacak ve neticede birer değişmez hakikat olarak arz-ı endam edecektir. Bu şekilde ilimlerin hakikata, dolayısıyla Kur’ân’a yaklaşmasıyla değişmez hakikatlar ortaya çıkacak ve hakikatte konuşan yine Kur’ân olacaktır. O zaman insan, faraziyeleri değil, hakikatleri konuşacak ve hakkında konuşulan da “âyât-ı tekvîniye” olacaktır. O gün üç ayrı istikamette veya yolda birbirinden habersiz gidiyor gibi görünen Kur’ân, insan ve kâinatın temelde aynı hakikatleri dile getirdiği ve Kurân’ın nabzının “insan ve kâinat” diye, kâinatın nabzının da “Kur’ân” diye attığı ayân-beyân ortaya çıkacaktır. Evet, o gün, kâinatı anlayan dünyayı, Kur’ân’ı anlayan ahireti, ikisini birden omuzlayansa hem dünyayı, hem de ahireti elde edecektir.
Şimdi, günümüze ve tarihe bir bakalım; Kur’ân, kâinat ve insanın birbirinden koparılmasının, insanlığın başına fert veya milletler çapında ne musibetler açtığını, buna karşılık, bu üçlünün birbirine yaklaştırıldığı ve tetâbukunun sağlandığı, İslâm’ın o pâk asırlarında cihan tarlasında ne saadet çiçeklerinin boy attığını görelim. Sonra da, hakikatın ve saadetin nerede olduğuna vicdanımızı dinleyerek karar verelim.
Kaynak: İnancın Gölgesinde II, Kur’an-ı Kerim ve İlmi Hakikatler