Peygamberlerin başlarına pek çok musibet gelmiştir; fakat, onların hepsi belalar karşısında kendilerine yakışan hâl ve tavırları ortaya koymuşlar; Allah’a teveccühlerinde hep edepli ve olabildiğine saygılı davranmışlardır.
Meselâ; Hazreti Âdem, neticesinde yeryüzü çilehanesine gönderildiği o müthiş ilâhî kader ve kaza karşısında, “Hakkımda bu şekilde takdir buyurup onu infaz ettin.” şeklinde şikâyette bulunmayı hiç düşünmemiş, “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!” (A’râf sûresi, 7/23) sızlanışıyla kendi nefsinden şekvâ etmiştir. Hazreti Eyyub, maruz kaldığı musibetler karşısında “Afiyet ver ve beni bu sıkıntılardan kurtar.” demeyi dahi peygamber edebine muhalif saymış; “Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ sûresi, 21/83) mahiyetindeki iç çekişiyle yetinmiştir. Hazreti İbrahim, hastalıkları verenin kim olduğunu bildiği hâlde, hasîs işlerin Zât-ı Ulûhiyete isnadından sakınma mülâhazasıyla “Hastalığımda O’dur bana şifa veren.” (Şuarâ sûresi, 26/80) diyerek, doğrudan Hazreti Şâfî’nin şifa bahşedişine dikkat çekmiştir. Hazreti Musa, aç-susuz bir gölgeliğe sığındığında, “Yedir, içir, karnımı doyur!” demekten hayâ etmiş; sadece “Rabbim! Lütfedeceğin her nimete muhtacım!” (Kasas sûresi, 28/24) arz-ı hâlini seslendirmiştir.
Haddizatında, hiç kimsenin, hiçbir hâlinden şikâyet etmeye hakkı yoktur. Çünkü şekvâ bir yönüyle, hak iddiasında bulunmak ve o hakkın zayi olduğunu ileri sürmek demektir. Oysa, hiç kimsenin Cenâb-ı Hak’tan bir alacağı olamaz. Bilakis, her insanın üzerinde Allah’ın pek çok hakkı mevcuttur ki, hâlâ onların şükrü eda edilmemiştir.
Öyleyse, bir insanın, kendisi Mevlâ-yı Müteâl’in hukukuna riayet edemediği hâlde, bir de hâlinden şikâyetçi olması ve böylece haksız bir surette hak iddia etmesi çok yanlıştır ve Allah’a karşı saygısızlıktır. Evet, Yüce Yaratıcı yegâne mülk sahibidir; O mülkünde istediği tasarrufu yapabilir. Hâlis bir kula yakışan, ilâhî icraattan şikâyet değil, her zaman kendisinden daha aşağı derecelerde bulunan biçareleri düşünüp hâline hamdetmektir; meselâ, eğer bir ayağı yoksa, iki ayağı da olmayanlara bakmak ve hamd duygusuna sarılarak şekvâdan kaçınmaktır.
Elbette âciz ve zayıf insan, musibet darbeleri karşısında şikâyet edercesine ağlar. Fakat, şekvâ Allah’a olmalıdır; Allah’ı kullarına şikâyet ediyormuş gibi bir tavır takınmak büyük hatadır. Musibetler karşısındaki şekvânın üslubu açısından, Hazreti Yakup’un (aleyhisselâm) “Ben derdimi ve hüznümü ancak Allah’a şikâyet ederim.” sözü çok güzel bir misaldir.
İnsan, başına gelen belaları bile kendi hata ve günahlarından bilmeli; halini Cenâb-ı Hakk’a arz ederek ve nefsinin oyunlarından dert yanarak istiğfara yönelmelidir. Belki, “Allahım, iyi düşünemiyorum, dengeli olamıyorum, isabetli karar veremiyorum; sebeplere riayette bir sürü hata ettiğim gibi, Senin ile münasebetimi de koruyamıyorum. Öyle yetersiz, o derece tutarsız ve o ölçüde çaresizim ki, beni düzeltirsen ancak Sen düzeltirsin Allahım!..” diyerek rahmet-i ilâhiyeyi celbetmenin yollarını araştırmalıdır.
Hatta, insan falanın filanın tavır almasında ve kendisine haksızlık yapmasında bile bir hikmet aramalı; “Allahım, inanıyorum ki, Sen bana teveccüh ettiğin zaman, bütün gönül kapıları da benim için açılacaktır. Bana kusurlarımı telafi imkânı ver ve beni günahlarımdan arındır; böylece, bendeni kötü söz ve davranışlara muhatap olmaktan da kurtar!” diyecek kadar problemi kendi üzerine almalıdır.
Kaynak: Kalb İbresi, “Kadere Taş Atma!”